Türkiye’nin yedinci Cumhurbaşkanı ve 12 Eylül askeri darbesinin lideri Kenan Evren'in ölümü, dış basında da yer buldu.
İşte Evren'in ölümünün ardından uluslararası basında çıkan haberlerden alıntılar:
REUTERS: Türkiye'deki 1980 darbesine öncülük eden eski genelkurmay başkanı ve cumhurbaşkanı Kenan Evren 97 yaşında öldü. Türk ordusunun siyaset üzerinde on yıllarca süren nüfuzunun sembolü olan Evren, geçen Haziran'da müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı.
Yaygın işkence, tutuklama ve ölümlerle sonuçlanan 1980 darbesini gerçekleştirdiği için hüküm giyen Evren, sağlık sorunları nedeniyle duruşmalara katılmamıştı. Evren hem bu yüzden hem de ilerlemiş yaşı sebebiyle cezaevine girmemişti.
AFP: Türkiye'de bazılarınca bir ulusun kurtarıcısı, bazıları tarafından ise eli kanlı bir adam olarak görülen eski cunta lideri Kenan Evren 97 yaşında öldü.
Yaptığı askeri darbeden sonra 50 kişi asıldı, onlarca insan işkenceden öldü, tüm siyasi görüşlerden 600 bini aşkın insan da tutuklandı.
AP: Kenan Evren 5 bin kişinin ölümüne neden olan çatışmaları sonlandırdığı için o dönem kahraman olarak görülüyordu. Ancak kısa süre sonra ülkenin en tartışmalı liderlerinden biri haline geldi. Ve daha çok eski militanlara ve destekçilerine yapılan işkencelerle, özgürlükleri kısıtlayan anayasayı yürürlüğe sokmasıyla ve ordunun siyasetteki rolüne resmiyet kazandırmasıyla hatırlanır oldu.
NEW YORK TIMES: Türkiye tarihindeki en sert baskıyı uygulayarak bir askeri darbeye öncülük eden ve 30 yıl sonra bu yüzden hüküm giyen General Kenan Evren, 97 yaşında öldü.
12 Eylül 1980'deki darbe gerçekleştiğinde, Türkiye'de neredeyse anarşi hakimdi. Siyasi çeteler birbiriyle savaşıyordu. Silah ve bomba sesi rutinleşmişti. Komutanlar, 1979'da İran'da gerçekleşen devrime benzer bir gelişmenin Türkiye'de de yaşanmasından ve mevcut düzenin yıkılmasından korkuyordu. Şiddet olayları öyle bir noktaya ulaşmıştı ki; birçok Türk, askeri müdahaleyi destekliyordu. Ancak çok az kişi, ardından yaşanacaklara hazırlıklıydı.
Beş kişilik bir cunta yönetimine başkanlık eden General Evren, kendisini cumhurbaşkanı ilan etti. Sıkıyönetim döneminde, aralarında çok sayıda sanatçı ve entelektüelin de bulunduğu 500 bin kişi siyasi suçlamalarla hapse atıldı. İşkence yaygındı. Yaklaşık 300 mahkum hapiste öldü. Bazıları işkencedendi. Diğerlerininse intihar ettiği, "çatışmalarda" ya da kaçmaya çalışırken öldüğü bildirildi. 50 kişi asıldı.
General Evren, meydanlardaki halka, "Asmayalım da besleyelim mi?" diye sordu.
BBC: Türkiye'nin eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren, 97 yaşında hayatını kaybetti. General Evren 12 Eylül 1980'de yaptığı askeri darbeyle hükümeti devirdi. 1989 yılına kadar cumhurbaşkanlığı yaptı. Doksanlı yaşlarında yargılandı ve geçen sene müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
Darbe sırasında yaklaşık 600 bin kişi gözaltına alındı ve 50 kişi asıldı. Tüm siyasi partiler yasaklandı. Özellikle solcu aktivistler hedef alındı.
Eski cumhurbaşkanı Ankara'daki bir hastanede öldü. Sağlık durumu 2012'den beri kötüydü. Hüküm giydiği duruşmaya çıkamamıştı.
(hürriyet.com.tr)
10 Mayıs 2015 Pazar
Allah’la aldatanın sonu geldi
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Mehmet Âkif Ersoy’dan şiirler okumasına tepki göstererek, “Merhum Âkif’in ismini bir daha ağzına alma; elini yıkamadan, aklanmadan, tövbe etmeden de yüce kitabımızdan uzak dur. Âkif ne para çaldı ne de çocukları yatak odalarına para kasaları sakladı. İslam’la, Allah’la aldatanların sonu gelmiştir” dedi.
Partisinin seçim çalışmalarına Manisa ve İzmir’de devam eden Bahçeli, “Vur de vuralım, öl de ölelim” sloganı atan partililere özetle şunları söyledi:
MANEVİYAT SÖMÜRÜSÜ
“Başbakan, maneviyat sömürüsünde Erdoğan ile yarışmaktadır. Davutoğlu, Diyanet üzerinden meydanlarda bilirkişilik taslamaktadır. Kudüs’ü saygısızca siyasete alet etmektedir. Davutoğlu, Adıyaman’da ‘Biz milleti birleştirmeye yürüken, HDP zihniyeti bölmeye çalışıyor” demiştir. Davutoğlu, HDP’nin bölücülüğünü biliyorsa, 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de sahnelenen rezil görüntülere nasıl izin vermiştir. HDP’lilerle, AKP’li bakanlar koro halinde, İmralı canisinin 10 maddelik ihanet metnini okurken Davutoğlu nereye saklanmıştı?
Erdoğan ve Davutoğlu maneviyat sömürüsüne hız vermiştir. Kuran’ı meydanda eline alıp, siyaset aracı yapan Erdoğan, günahkârlıkta yeni bir terfi almıştır. Bunlar Kuran’dan pasta yapıp yiyenlerle, ayetlerle dalga geçen iblis elçilerini koruyup kollamışlardır. Erdoğan, eline almış mukaddes Allah kelamını halka sallıyor. Be ey gafil, milletimizin inancı tamdır, imanı bütündür. 17-25 Erdoğan, sana sesleniyorum: Kendine gel, haddini bil küfre sapma.
EMİR VE YASAKLARI ÇİĞNEDİ
Elindeki Kuran’ı göstereceğin millet, Müslüman Türk milleti değildir. Elindeki Kuran’ı işaret edeceğin yer, vatanın toprakları değildir. Şayet göstereceksen Papa heykelleri önünde imza atarken aklın neredeydi? Müslümanları küresel zulümlere sürüklediğin BOP’un taşeronu olduğu Hristiyan efendilerince, boynuna asıldığı anda sıkıysa Kuran’ı orada gösterebilseydin. Hırsızlık Müslüman’a caiz oldu da bizim mi haberimiz yoktur.
HARAM PARASI YOKTU
Erdoğan sıkıştığı her fırsatta Âkif’ten şiirler okumakta, yeni bir istismar kampanyasına imza atmaktadır. Âkif ne para çaldı, ne de çocukları yatak odalarına para kasaları sakladı. Âkif’in haram parası yoktu helalinden yaşadı. Âkif’in gemicikleri yoktu, her yere yürüyerek giderdi. Sarayı yoktu, mütevazı hanede yaşardı. Uçakları yoktu devletten ödülünü bile almadı. Erdoğan’a ne demeli? Kol bacak koparmaktan bahseden Davutoğlu’na ne söylemeli? Elinde Kuran sallayarak başkanlık propagandası yapan şahıs amacına ulaşamayacaktır. Türk milleti, Erdoğan ve Davutoğlu’nun başını çektiği haram şebekesine haddini bildirecektir.
TÜRKLÜĞÜ HAKİR GÖRENLER
Mustafa Kemal’e ayyaş diyenlere karşı bizimle yürü Türkiye. İzmir, işgalcileri nasıl defettiyse 7 Haziran’da aynısı sandıkta olacaktır. İzmir’e gavur diyen alçaklar, AKP içinde yuvalanmıştır. Türklüğü hakir gören milliyetsizler AKP’dedir. Yunan işgali hasıl zarar verdiyse, Ermeni çeteleri nasıl kötülük yaptıysa bir benzerini AKP sağlamıştır.”
Gündoğdu ‘selfie’si
MHP’nin İzmir 1’inci Bölge 1’inci sıra milletvekili adayı Oktay Vural da Gündoğdu Meydanı’nda partililerin yoğun ilgisiyle karşılandı. Miting alanını dolduran kalabalıkla ‘selfie’ çekip ayaküstü sohbet eden Vural, kucağına aldığı bir çocukla da bu sefer gazetecilere poz verdi. İzmir 1. bölge adayı Senem Kılıç da dünkü mitingdeydi. Vatandaşlar Kılıç’a büyük ilgi gösterdi. (hürriyet.com.tr)
Partisinin seçim çalışmalarına Manisa ve İzmir’de devam eden Bahçeli, “Vur de vuralım, öl de ölelim” sloganı atan partililere özetle şunları söyledi:
MANEVİYAT SÖMÜRÜSÜ
“Başbakan, maneviyat sömürüsünde Erdoğan ile yarışmaktadır. Davutoğlu, Diyanet üzerinden meydanlarda bilirkişilik taslamaktadır. Kudüs’ü saygısızca siyasete alet etmektedir. Davutoğlu, Adıyaman’da ‘Biz milleti birleştirmeye yürüken, HDP zihniyeti bölmeye çalışıyor” demiştir. Davutoğlu, HDP’nin bölücülüğünü biliyorsa, 28 Şubat’ta Dolmabahçe’de sahnelenen rezil görüntülere nasıl izin vermiştir. HDP’lilerle, AKP’li bakanlar koro halinde, İmralı canisinin 10 maddelik ihanet metnini okurken Davutoğlu nereye saklanmıştı?
Erdoğan ve Davutoğlu maneviyat sömürüsüne hız vermiştir. Kuran’ı meydanda eline alıp, siyaset aracı yapan Erdoğan, günahkârlıkta yeni bir terfi almıştır. Bunlar Kuran’dan pasta yapıp yiyenlerle, ayetlerle dalga geçen iblis elçilerini koruyup kollamışlardır. Erdoğan, eline almış mukaddes Allah kelamını halka sallıyor. Be ey gafil, milletimizin inancı tamdır, imanı bütündür. 17-25 Erdoğan, sana sesleniyorum: Kendine gel, haddini bil küfre sapma.
EMİR VE YASAKLARI ÇİĞNEDİ
Elindeki Kuran’ı göstereceğin millet, Müslüman Türk milleti değildir. Elindeki Kuran’ı işaret edeceğin yer, vatanın toprakları değildir. Şayet göstereceksen Papa heykelleri önünde imza atarken aklın neredeydi? Müslümanları küresel zulümlere sürüklediğin BOP’un taşeronu olduğu Hristiyan efendilerince, boynuna asıldığı anda sıkıysa Kuran’ı orada gösterebilseydin. Hırsızlık Müslüman’a caiz oldu da bizim mi haberimiz yoktur.
HARAM PARASI YOKTU
Erdoğan sıkıştığı her fırsatta Âkif’ten şiirler okumakta, yeni bir istismar kampanyasına imza atmaktadır. Âkif ne para çaldı, ne de çocukları yatak odalarına para kasaları sakladı. Âkif’in haram parası yoktu helalinden yaşadı. Âkif’in gemicikleri yoktu, her yere yürüyerek giderdi. Sarayı yoktu, mütevazı hanede yaşardı. Uçakları yoktu devletten ödülünü bile almadı. Erdoğan’a ne demeli? Kol bacak koparmaktan bahseden Davutoğlu’na ne söylemeli? Elinde Kuran sallayarak başkanlık propagandası yapan şahıs amacına ulaşamayacaktır. Türk milleti, Erdoğan ve Davutoğlu’nun başını çektiği haram şebekesine haddini bildirecektir.
TÜRKLÜĞÜ HAKİR GÖRENLER
Mustafa Kemal’e ayyaş diyenlere karşı bizimle yürü Türkiye. İzmir, işgalcileri nasıl defettiyse 7 Haziran’da aynısı sandıkta olacaktır. İzmir’e gavur diyen alçaklar, AKP içinde yuvalanmıştır. Türklüğü hakir gören milliyetsizler AKP’dedir. Yunan işgali hasıl zarar verdiyse, Ermeni çeteleri nasıl kötülük yaptıysa bir benzerini AKP sağlamıştır.”
Gündoğdu ‘selfie’si
MHP’nin İzmir 1’inci Bölge 1’inci sıra milletvekili adayı Oktay Vural da Gündoğdu Meydanı’nda partililerin yoğun ilgisiyle karşılandı. Miting alanını dolduran kalabalıkla ‘selfie’ çekip ayaküstü sohbet eden Vural, kucağına aldığı bir çocukla da bu sefer gazetecilere poz verdi. İzmir 1. bölge adayı Senem Kılıç da dünkü mitingdeydi. Vatandaşlar Kılıç’a büyük ilgi gösterdi. (hürriyet.com.tr)
İşte Evren'in yargılandığı 12 Eylül iddianamesinin tam metni
Ankara Adliyesi 10. Ağır Ceza Mahmekesi'nde görülen 12 Eylül Davası'nda karar 18 Haziran 2014 tarihinde çıkmıştı.
Kararda, Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında müebbet hapis cezası verilmişti. Ayrıca Evren ve Şahinkaya'nın askeri rütbelerin de sökülmesine karar verilmişti.
Evren ve Şahinkaya'nın 21 Aralık 1979'da dönemin Başbakanı'na verdikleri muhtırayla Anayasa'yı ve TBMM'yi ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçunu işledikleri, 12 Eylül 1980'de de cebren Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül eden TBMM'yi ıskat ve cebren men suçunu işledikleri gerekçesiyle eylemlerine uyan 765 sayılı TCK'nın 146/1. maddesi gereğince "ağırlaştırılmış müebbet" hapis cezasına çarptırılmıştı.
Mahkeme, sanıklar hakkında, zincirleme suç maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar vererek, sanıkların duruşmadaki tavır ve hareketleri ile dosya kapsamı ele alınarak, takdiri indirimle bu cezanın "müebbet hapse" çevrildiğini kaydetmişti.
12 Eylül iddianamesinin tam metni
İddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya sanık olarak yer alıyor.
İddianamede, Evren ve Şahinkaya'nın, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun “Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler”e ilişkin 146. maddesi ile 80. maddesi uyarınca “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına” çarptırılmaları isteniyor.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek” suçunu işledikleri kaydediliyor.
Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen, Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin'in hazırladığı iddianamenin Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesince saat 10.40 itibarıyla kabul edildiğini bildirdi.
Mahkemenin sanıklar hakkındaki adli kontrol talebini henüz karara bağlamadığını belirten Görüşen, duruşma gününün de tensiple birlikte belirleneceğini kaydetti.
İddianamede, 1 numaralı sanık 11 Ekim 1925 doğumlu Ali Tahsin Şahinkaya, 2 numaralı sanık ise 1 Ocak 1918 doğumlu Ahmet Kenan Evren olarak yer aldı.
Sanıkların, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek” suçlarını işledikleri ifade edilen iddianamede, 2 Ocak 1980 ile 12 Eylül 1980-6 Aralık 1983 arası suç tarihi olarak gösterildi.
Suç yerinin Ankara olduğu belirtilen iddianamede, sanıkların, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmaları isteniyor.
DELİLLER
İddianamede, “deliller” ise şöyle sıralandı:
“İddianame, müşteki beyanları, Mehmet Demir adlı kişinin gönderdiği 1 adet DVD, TBMM Kanunlar ve Kararlar Başkanlığının 29 Kasım 2011, Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün 27 Aralık 2011 tarihli yazıları ve ekleri, Kahramanmaraş Eski Belediye Başkanı Ahmet Uncu ve Çorum eski Valisi tanık Rafet Üçelli'nin ifade tutakları, Aksiyon Dergisinin 770. sayısı, 201552 sayılı 1980 tarihli 'Bayrak Harekat Direktifi' başlıklı 21 sayfadan ibaret 'Çok Gizli' ibareli belge, Adana Cumhuriyet Başsavcılığınca Kenan Evren hakkında Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu tarafından hazırlanan iddianame, sanıkların avukatlarınca verilen savunma dilekçesi, TBMM Genel Sekreterliği Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğünün 10 Haziran 2011 tarihli 64982 sayılı ekinde 5 Haziran 1977'de yapılan milletvekili genel seçimlerinde Millet Meclisi 5. Dönem üyeliğine seçilen milletvekillerine ilişkin listenin bulunduğu yazı, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünün temin etmiş olduğu 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile ilgili gazeteci yazar Mehmet Ali Birand tarafından hazırlanan 12 Eylül Belgeselinin bulunduğu 4 adet DVD, Şahinkaya'nın ifade tutanağı ve ifadeye ilişkin 2 adet mini DVD kaset ve 2 adet DVD, Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğünün 1 Haziran 2011 tarihli ve 5897 sayılı ekinde 13 Kasım 1979'da göreve başlayan Bakanlar Kurulu listesi ile kabinedeki değişikliklerin yer aldığı Resmi Gazete nüshalarının ilgili bölümleri, Kenan Evren'in ifade tutanağı ve ifadenin kaydına ilişkin 1 adet DVD, 12 Eylül 1980 tarihli 17103 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 12 Eylül Askeri darbesiyle ilgili bildirilere ilişkin Resmi Gazete çıktısı (Ülke yönetimine el konulduğuna ilişkin ilk bildiri olan 1 numaralı bildiri ile 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 numaralı bildiriler ve Kenan Evren'in basına açıklamasına ilişkin belge), 16 Ekim 1981 tarihli 17486 mükerrer sayılı, 28 Ekim 1980 tarihli 17145 sayılı, 12 Aralık 1980 tarihli 17188 mükerrer sayılı, 5 Haziran 1981 tarihli 17361 sayılı Resmi Gazetelerde yer alan 2533 sayılı, 2324 sayılı, 2325 sayılı, 2356 sayılı kanunlar, Milli Güvenlik Konseyinin 52 sayılı kararı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından yayınlanan “İşkence Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler” isimli kitap, sabıka ve nüfus kayıtları ve tüm dosya kapsamı.”
12 Eylül askeri darbesi ile ilgili, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, “Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır” denildi.
İddianamede, soruşturmanın, 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ve Türkiye'nin değişik yerlerindeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına verilen şikayet dilekçeleri üzerine başlatıldığı belirtildi.
Müştekilerin, 12 Eylül askeri darbesi ve bu dönemde maruz kaldıklarını belirtikleri işkence iddialarıyla ilgili suç duyurusunda bulunduğu ifade edilen iddianamede, şüpheliler Ahmet Kenan Evren, Ali Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun ve Nurettin Ersin hakkındaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçundan yürütülen soruşturmanın tefrik edildiği, iddianamenin de tefrik edilen soruşturma sonucunda hazırlandığı ifade edildi.
Tartışılan bir takım eksiklikleri olmasına rağmen demokrasinin, en iyi yönetim biçimi olarak kabul edildiği belirtilen iddianamede, demokrasinin kısa tarihi anlatılarak, “Demokrasi bugün itibariyle geldiği noktada bütün kıtalara, insanlığın var olduğu her yere göreceli olarak yayılmıştır. Demokratik olmayan baskıcı rejimler birer birer yıkılarak demokrasi adına adımlar atılmaktadır. Bu durum, çoğunlukla halkın baskıları ve ayaklanmaları sonucunda yönetimleri zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır” denildi.
Demokrasinin ve çoğulcu demokrasinin tartışıldığı iddianamede, “çoğulcu ve çoğunlukçu” demokrasi anlayışı açısından bir değerlendirme yapıldığında, 1924 Anayasasının çoğunlukçu demokrasiyi, 1961 ve 1982 Anayasalarının ise çoğulcu demokrasi anlayışını hakim kılmak istediğinin anlaşıldığı kaydedildi.
ANAYASALAR
1924 Anayasasında kanunların Anayasaya aykırılığının denetimsiz bırakıldığı, azınlık haklarının güvencesiz kaldığı savunulan iddianamede, 1961 ve 1982 Anayasalarında kanunların anayasaya aykırılığının denetiminin, Anayasa Mahkemesine verildiği, bu şekilde azınlığın haklarının güvence altına alındığı ifade edildi.
İddianamede, 1924 Anayasası demokratik sistemi benimsemiş olmasına ve Anayasadaki “Egemenlik kayıtsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız O kullanır” şeklindeki düzenlemeye rağmen Türkiye'de çok partili seçimlerin ilk kez 1946 yılında yapılabildiği anlatıldı.
1961 Anayasası ile getirilen sistemde, çoğulcu demokrasi rejiminin benimsenmiş olmasına rağmen, siyaset kurumu ve siyasetçiye güvensizlik ortaya koyan ve çoğunluk iktidarını bazı bürokratik mekanizmalarla denetlemeyi ve sınırlamayı amaçlayan vesayetçi düzenlemelerin bulunduğu ileri sürülen iddianamede, bunlardan birisinin, 1960 askeri darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesinin 13 Aralık 1960'taki başkan ve üyelerinin (23 kişi) ömür boyu, Cumhuriyet Senatosunun doğal üyesi seçilmesi olduğu kaydedildi.
1961 Anayasasının, bir askeri müdahale ürünü oluşu nedeniyle askeri otoritenin, sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirecek düzenlemeler getirdiği savunulan iddianamede, bunlardan en önemlisinin, 1924 Anayasasında bulunmayan Milli Güvenlik Kurulunun, bir Anayasal organ olarak kurulması olduğu savunuldu.
1961 Anayasasında, askeri bürokrasinin, sivil otorite karşısındaki durumunu güçlendiren bir başka düzenlemesinin de 1924 Anayasası döneminde Milli Savunma Bakanlığına karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanının, Başbakana karşı sorumlu kılınması olduğu ileri sürülen iddianamede, “Bu dönemde seçilen üç Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk) siyaset dışı ve asker kökenli oluşu tamamen bir tesadüf eseri olarak değerlendirilemez. Bunlar, askeri bürokrasinin siyaset üzerinde ne kadar etkili olduğunun bir göstergesidir” denildi.
“HALKA RAĞMEN HALK İÇİN DEMOKRASİ”
İddianamede, “Yakın tarihimizde sivil otorite karşısında konumunu güçlendiren askeri bürokrasi ve askeri bürokrasiyle koalisyon yapan elitler, yönetim konusunda halkın doğru karar veremeyeceğini, doğru kararı onlar adına ancak kendilerinin verebilecekleri iddiasıyla, demokrasi adına ilan edilen meşrutiyetten günümüze kadar halkı yönetime ortak etmeme düşüncesini kararlılıkla devam ettirmişlerdir. Bu şekilde 'halka rağmen halk için demokrasi' düşüncesi egemen kılınmıştır” ifadesi kullanıldı.
1961 ve 1982 Anayasasında, egemenlik hakkının millete ve onun temsilcisi olan TBMM'ye tek başına verilmediği, seçimle işbaşına gelmemiş kişi ve kurumlara egemenliğin paylaştırıldığı savunulan iddianamede, her iki Anayasa da da egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı ibaresinin bulunduğuna dikkat çekildi.
Bu durumun, mevcut sistemde tam demokrasinin halen içselleştirilemediğinin, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesi olduğu iddia edilen iddianamede, şunlar kaydedildi:
“Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde sürekli sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.
Demokrasi tarihimize bakıldığında, devletin kutsal ve dokunulmaz kabul edildiği tarihi geleneğimiz içerisinde devlet toplumdan soyutlanarak, adeta sanal varlık olarak görülüp güvenlik, kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürülüp özgürlüklerin ve hakların heba edildiği anlayışlar dayatılmaya devam edilegelmiştir. Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır.”
“BİREYLERİN ÖZGÜRLÜKLERİ FEDA EDİLMİŞTİR”
Demokratik bir devlet anlayışında olması gereken “Devlet toplum içindir” özdeyişinin tersine çevrilerek “Toplum devlet içindir” anlayışının hakim kılındığı savunulan iddianamede, “Bireylerin özgürlükleri, en temel ve vazgeçilmez hakları sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir. Oysa toplumunun ve bunu oluşturan bireylerin mutluluğunu sağlayamayan devlet ne kadar güçlü olursa olsun, güvenliği ne kadar yüksek olursa olsun yıkılmaya, değişmeye mahkum devletlerdir” ifadesi kullanıldı.
İddianamede, Türkiye'de, son yıllarda Avrupa Birliği ile bütünleşme çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemelerle sürecin, demokrasinin lehine değişmeye başladığı kaydedildi.
İdeal bir demokratik rejimde, kendi çıkarlarının ne olduğuna karar veremeyecek olan istisnai yetişkinler ile çocuklar dışındaki diğer yetişkinlerin yönetim konusunda, neyin iyi ve çıkarlarına uygun olduğuna kendilerinin karar vermesi gerektiği ifade edilen iddianamede, “Bir kişiye ya da zümreye süresiz ve sınırsız yönetme yetkisi verilemez. Ya da bu sonucu doğuracak yasal düzenlemeler yapılmamalıdır” denildi.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, 1 Mayıs 1977'de Taksim'de yaşanan olay, 16 Mart katliamı, bazı kişilere gönderilen bombalı paketler, Sivas, Kahramanmaraş ve Çorum'daki olaylar, Fatsa operasyonu, Abdi İpekçi suikastı, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi gibi olayların, ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı savunuldu.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, “12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi Meydana Gelen Önemli Terör Olayları” başlığı altında, birçok olay irdelendi.
İddianamede, 1970'li yıllarda, toplumda güçlü ideolojik akımların yaygın olarak boy gösterdiği ifade edilerek, toplumda yasal olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşlarının, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok, siyasi ve ideolojik amaçlarını ön plana çıkardıkları, özellikle bireylere eşit hizmet sunması gereken devlet memurları arasındaki siyasal ve ideolojik örgütlenmelerin, toplumun kamplara bölünmesine yol açtığı belirtildi.
Bu anlamda, öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmelerin toplumda büyük huzursuzluk oluşturduğuna dikkat çekilen iddianamede, şunlar kaydedildi:
“Sağcı polisler POL-BİR, solcu polisler POL-DER adı altında, sağcı öğretmenler ÜLKÜ-BİR, solcu öğretmenler TÖB-DER çatısı altında örgütlenmişti. Diğer meslek gruplarında da benzeri karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşturulmuştu. Toplumdaki bu ideolojik bölünmelere ek olarak, ülkede yaşanan kronikleşmiş ekonomik krizin etkisiyle yoksulluk had safhaya ulaşmış, ülke borçlarını ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelmişti. Ülkede kaos ve kargaşa oluşturarak, darbeye zemin oluşturmak isteyen güçler, bu ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı kaçırılmaz bir fırsat olarak değerlendirerek tertipledikleri terör olaylarıyla ülkeyi adım adım askeri darbeye sürüklemişlerdir.
12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında, halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanların kullanılması, olaylarda herkes tarafından görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, olaylara ya hiç müdahale etmeyen ya da geç müdahale eden güçlerin tutum ve davranışları, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması hususları gözetildiğinde, olayların, ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.”
Türkiye'nin 12 Eylül'e götürüldüğü süreçte yaşanan, toplumu en çok etkileyen ve askeri darbede gerekçe olarak kullanılan terör olayları irdelenen iddianamede, bu olaylar ele alınırken, Ali Kuzu'nun “12 Eylül İhtilali ve Onların Çocukları”, Mehmet Ali Birand, Hikmet Bila ve Rıdvan Akar'ın “12 Eylül Türkiye'nin Miladı”, Muslih İpekliler'in “Anılarda 12 Eylül”, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın “İşkence Dosyası, Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler”, Murat Belge'nin “12 Yıl Sonra 12 Eylül”, Yaşar Okuyan'ın “12 Eylül'den Anılar, Mektuplar ve Belgeler, O Yıllar”, Ahmet Ulu'nun “Mamak'ta 30 Gün” adlı kitaplarından alıntılar yapıldı.
OLAYLAR
12 Eylül öncesinde, 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olayına yer verilen iddianamede, olayın oluş şekli, görgü tanıklarının anlatımları, ateş edenlerin birçok kişi tarafından görülmesine rağmen gerçek suçluların hiçbirisinin yakalanamaması gözetildiğinde, olayın toplumu kaosa ve iç çatışmaya sürüklemek, nihai hedef olarak ise askeri darbeye zemin hazırlamak amacıyla devlet içinde yönetimi ele geçirmek isteyenlerin yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış bir provokasyon olduğu kaydedildi.
İddianamede, 6 Nisan 1978'de Ankara Emek Postanesi'nden evine gönderilen bombanın patlaması sonucu Adalet Partili Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu ile gelini ve torununun öldürüldüğü, Fendoğlu'nun solcularca öldürüldüğü düşüncesiyle halkın ayaklanarak, Aleviler ile solculara karşı saldırılar gerçekleştirildiği, aynı tarihte, aynı postaneden Adıyaman Emniyet Müdür Muavini Abdülkadir Aksu'ya da bombalı paket gönderildiği, alıcıya ulaşmadığı gerekçesiyle iade edilen bombanın, uzman ekiplerce imha edildiği anlatılan iddianamede, 7 Nisan 1978'de de Çankaya Postanesi'nden Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinin CHP'li İlçe Başkanı ve milletvekili adayı Memiş Özdal'a paket içerisinde bomba yollandığı, Özdal'ın şüphelendiği paketi geri gönderdiği, bomba nedeniyle postanedeki bir memurun hayatını kaybettiği hatırlatıldı.
İddianamede, “3 adet bombanın, aynı ilden bir gün arayla farklı siyasi görüşteki kişilere gönderilmesinin, olayın toplumda kaos oluşturmak ve darbeye zemin hazırlamak isteyen gizli güçler tarafından tertiplendiğini gösterdiği” savunuldu.
16 MART KATLİAMI
16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesinden çıkan sol görüşlü öğrencilere açılan ateş ve atılan bomba sonucu 7 öğrencinin öldüğü, 50'den fazla kişinin yaralandığı hatırlatılan iddianamede, olaydan uzun süre sonra bombayı atan Zülküf İsot'un, katliamı ailesine itiraf ettiği, İsot'un, itiraftan kısa süre sonra kendisi gibi ülkücü olan Latif Aktı tarafından öldürüldüğü belirtildi.
İddianamede, bu olayla ilgili, “Olayda, suçlunun takibine amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları, yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot'un eylemi polisin kendisine yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde POL-DER ve POL-BİR olarak bölünmüş olan polis içerisindeki görevlilerin de kullanılmasıyla toplumda kaos oluşturmak ve yönetimi ele geçirmek isteyen güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır” görüşüne yer verildi.
“KAHRAMANMARAŞ OLAYLARI 12 EYLÜL'ÜN NEDENLERİNDEN BİRİ”
İddianamede, 1978'te Sivas'ta Alevi ve Sünniler arasında meydana gelen olaylara yer verilerek, dönemin Devlet Bakanı Enver Akova'nın, “Sivas halkının olaylara karışmadığı ve aşırı uçların silah aldıkları kaynakların aynı olduğu” yönünde beyanda bulunduğuna dikkat çekildi.
Bazı güvenlik güçlerinin, Sivas'a dışarıdan toplulukların getirildiğine ilişkin ifadeleri vurgulanan iddianamede, Sivas'ın, Alevi ve Sünni vatandaşların birlikte yaşaması nedeniyle provokatif eylemler için uygun olması, olayda Malatya, Maraş ve Çorum olaylarındakine benzer şekilde Sünnileri Aleviler aleyhine kışkırtmaya yönelik sloganların atılması gözetildiğinde, “olayın ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı” kaydedildi.
Kahramanmaraş'ta 19-26 Aralık 1978 arasında meydana gelen olayların, 12 Eylül sürecine giden yolda önemli dönüm noktalarından biri olduğu belirtilen iddianamede, “Kahramanmaraş olayları, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin nedenlerinden biri olarak görülmektedir” ifadesi kullanıldı.
Olayların ardından 26 Aralık 1978'de 13 ilde sıkıyönetim ilan edildiği bildirilen iddianamede, “olayın, toplumda kaos oluşturmak ve askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, etkin güvenlik kuvvetlerince de müdahale edilmediği kanaatine varıldığı” görüşü yer aldı.
İPEKÇİ SUİKASTI VE ÇORUM OLAYLARI
Milliyet gazetesi Başyazarı Abdi İpekçi'nin, 1 Şubat 1979'da Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldüğü anımsatılan iddianamede, “Ağca'nın, kendisine eylemi yaptıranları açıklayacağına dair açıklamasından sonra Maltepe Askeri Cezaevi'nden asker elbisesi giydirilerek kaçırılmasının, ülkenin kaos ve çatışmaya sürüklenerek yönetilemez hale getirilmesini isteyen güçler tarafından planlandığını gösterdiği” kaydedildi.
Çorum'da 1980'de meydana gelen olaylarda bir kez daha Alevi ve Sünnilerin karşı karşıya getirildiği ifade edilen iddianamede, olaylarıyla ilgili şu değerlendirmede bulunuldu:
“Çorum olaylarında da yine Kahramanmaraş ve Malatya olaylarındaki gibi 'Cami bombalandı' , 'Sular zehirlendi' gibi söylentilerle Alevi ve Sünni halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi, olaya müdahale için gelen Amasya Tugay Komutanı'nın olaylar yatışmadan birliklerini geri çekmesi, olayı bizzat yaşayan Adnan Baran'ın polis ve askerin olaylara müdahale etmediği, kendisiyle birlikte firari sanıkların kentte rahatça gezmelerine izin verildiği, bazı subayların sağ ve sol gruplara silah ve patlayıcı verdikleri, Alaaddin Camisi'ne bomba atıldığına ilişkin yalan haberin asılsız olduğunu camide anlatmaya çalışan Kazım Aras isimli şahsın gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen kişilerce sopa darbeleriyle etkisiz hale getirildiğine dair beyanları birlikte değerlendirildiğinde, olayın ülkede kaos çıkararak yapılacak darbeye zemin hazırlamak isteyenler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.”
FATSA OPERASYONU
Ordu'nun Fatsa ilçesinde, 14 Ekim'de 1979 ara seçimlerinde, “arkasında Devrimci Yol Örgütü'nün desteği olan, Terzi Fikri adıyla üne kavuşan Fikri Sönmez'in” belediye başkanı seçildiği hatırlatılan iddianamede, Fatsa'da bu tarihten sonraki gelişmeler özetlendi.
Bu gelişmelerin ardından Fatsa'ya 8 Temmuz 1980'de Samsun'dan gelen askeri birliklerle operasyon düzenlendiği belirtilen iddianamede, operasyon emrini dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in verdiği, direnişle karşılaşmayan operasyonlar sonucunda Sönmez ile birlikte 300 kişinin gözaltına alındığı anlatıldı.
İddianamede, şunlar kaydedildi:
“Devlet içerisinde küçük bir devlet gibi örgütlenen Ordu'nun Fatsa ilçesine, Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan Evren'in emriyle müdahale edilmişti. O tarihte sıkıyönetim ilan edilen iller arasında Ordu yoktu. Dolayısıyla TSK, sıkıyönetim kurulmamış bir bölgedeki olaylara müdahalede bulundu. Oysa şüpheli Kenan Evren, Kahramanmaraş olaylarına asker olarak neden müdahale edilmediği sorulduğunda, sıkıyönetim ilan edilmediği için yetkilerinin olmadığını belirtmiştir. Esasen her gün onlarca insanımızın terör olaylarından öldüğü bir ortamda, başbakan, hükümet ve diğer siyasi parti liderlerine doğrudan, Cumhurbaşkanına ise doğrudan olmasa bile dolaylı olarak müdahalede bulunabileceğine ilişkin uyarı mektubu verebilecek kadar kendisini güçlü gören askeri yönetimin, terör olaylarına müdahale ederek suçluları adli merciler önüne çıkarması, toplum ve siyasi iktidar tarafından ancak takdir edilebilirdi. Fatsa operasyonu bu yönüyle dikkate değerdir.”
“DARBENİN İŞARETİ”
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresinin 6 Nisan 1980'de dolmasının ardından Cumhurbaşkanı seçimine yönelik çalışmalara yer verilen iddianamede, “dönemin TSK komuta kademesinin, yapmış olduğu darbe planının akamete uğramaması için Cumhurbaşkanının seçilmesini istemediği, siyasi istikrarsızlığı darbe yapmak için bir fırsat olarak gördüğü, asıl amacın her halükarda darbe yapmak olduğu” ileri sürüldü.
12 Eylül askeri darbesine giden süreçteki önemli olayların birinin, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi olduğu ifade edilen iddianamede, darbenin bir diğer işaretininden de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in 30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle verdiği mesajlar olduğu savunuldu.
Evren'in, TSK'ya verdiği mesajda, “Aziz arkadaşlarım. Sizler de bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak şuna inanız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır” , “Siz onların hepsini bir anda yok edecek güçtesiniz. Asıl, sessizliğimizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler, nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek acı şekilde göreceklerdir” gibi ifadeler kullandığına dikkat çekilen iddianamede, bu olay şöyle değerlendirildi:
“Bu olayda, İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmayan kişilerin, mitingi düzenleyen MSP'nin Genel Başkanı olan Erbakan'ın komutuyla söylettiği İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmamaları, olaydan sonra hem Erbakan hem de Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler tarafından yapılan şikayetlerden bir sonuç alınmaması ve bu kişilerin irtica görüntüleri veren abartılı kıyafetleri dikkate alındığında MSP'li olmadığı, benzer provokatif eylemler için hazırlanmış, yapılacak darbede gerekçe kullanılacak kişiler olduğu sonucuna varılmaktadır.”
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesinin, 12 Eylül askeri darbesine ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırladığı iddianamede, darbeyle TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu ifade edildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'in hükümet kurduğu dönemlere de yer verilerek, o günlerin Türkiye'sinin, ekonomik çöküntü içerisinde olduğu, terör olaylarının günden güne tırmandığı kaydedildi.
Askeri müdahale fikrinin 1979 Temmuz ayında ordunun üst kademelerince konuşulmaya başlandığı, Kenan Evren'in kuvvet komutanlarıyla görüşmeler yaptığı anlatılan iddianamede, Evren'in yaptığı görüşmelerde Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar Saltık'tan bir çalışma grubu kurmasını istediği ifade edildi.
İddianamede, 21 Aralık 1979'da, Kenan Evren'in kuvvet komutanları, Harp Akademileri komutanı, ordu ve kolordu komutanlarının katılımlarıyla toplantılar yaptığı, 26 Aralık 1979'da hükümetteki parti liderleriyle, diğer siyasi parti liderlerine “uyarı mektubu” verilmesinin kararlaştırıldığı ifade edildi.
Kenan Evren'in, 27 Aralık 1979'da, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin'in, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu'nun, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'un imzalarını taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşünü içeren bir “uyarı mektubunu”, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verdiği belirtilen iddianamede, Korutürk'ün de 2 Ocak 1980'de Başbakan ve Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'i, Çankaya Köşküne davet ederek, bu mektubun örneğini iki lidere verdiği kaydedildi.
Cumhurbaşkanı Korutürk'e verilen “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü” başlıklı uyarı mektubunun da yer aldığı iddianamede, “Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun komuta kademesinin, içerisinde bağlı oldukları başbakanın da bulunduğu siyasi parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta, 'Türk Silahlı Kuvvetleri;... uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir' ifadesini kullanması, cumhuriyet tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanunu'nu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim açısından tehdittir” denildi.
Darbeye hazırlık süreci
Askeri darbe planı hazırlıklarını tamamlayan Orgeneral Saltık'ın 4 Haziran 1980'de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e sunduğu “Bayrak Harekatı” adı verilen planın Evren tarafından incelendiği anlatılan iddianamede, 1 Temmuz 1980'de komuta kademesince yapılan toplantıda darbe günü olarak 11 veya 12 Temmuz'un belirlendiği, ancak darbenin bu tarihte gerçekleştirilemediği ifade edildi.
Askeri şuranın Ağustos 1980'de yapıldığı, burada askeri darbenin komuta kademesinin belirlendiği anlatılan iddianamede, komuta kademesince 26 Ağustos 1980'de gerçekleştirilen toplantıda harekatla ilgili son kontrollerin yapıldığı, ikinci kez harekat zamanı olarak 12 Eylül'ün belirlendiği kaydedildi.
Askeri Harekatın tarih ve saatinin, planda “G” günü, “S” saati olarak kodlandığına yer verilen iddianamede, 5 Eylül 1980'de Genelkurmay Başkanlığından çıkan kuryelerin, harekatın “12 Eylül-saat 04.00”te yapılacağını belirten emrin bulunduğu zarflarla Türkiye'nin dört bir yanına hareket ettiği belirtildi.
12 Eylül Askeri Darbesi ve Sonrası
İddianamede, 12 Eylül 1980'de saat 03.59'da TRT'de, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisine yer verilerek, bildiride, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin emir-komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine el koyduğu, parlamento ve hükümeti feshederek sıkı yönetim ilan ettiği, yurt dışına çıkışları yasakladığının yer aldığı kaydedildi.
İddianamede, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yayımladığı “4 numaralı” bildiride, Milli Güvenlik Konseyinin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluştuğu ve Milli Güvenlik Konseyi sekreterliğine Orgeneral Haydar Saltık'ın atandığının belirtildiği aktarıldı.
İddianamede, 2324 Sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2. maddesinde yapılan
“Anayasada Türkiye Büyük Millet Meclisine, Millet Meclisine ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak Milli Güvenlik Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır” düzenlemesiyle, TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu savunuldu.
12 Eylül askeri yönetimince ülkenin tamamının denetim ve kontrol altına alındığı, siyasi partilerin faaliyetlerinin yasaklandığı, 16 Ekim 1981 tarihinde çıkarılan 2533 sayılı Kanunla başta Atatürk'ün kurduğu CHP olmak üzere bütün partilerin kapatılarak siyasi partiler ve yan kuruluşlarının bütün mallarının hazineye devredildiği anlatılan iddianamede, 11 Eylül 1980'de parlamento üyesi bulunan siyasi parti mensupları ile her kademedeki siyasi parti yönetici ve mensuplarının, sözlü veya yazılı beyanda bulunmalarının, makale yazmalarının, toplantı yapmalarının, sıkıyönetim komutanlıklarının koyduğu yasakları ve aldığı kararları herhangi bir şekilde tartışılmasının yasaklandığı belirtildi.
“30 BİN MEMURUN GÖREVİNE SON”
Askeri darbeden sonra Türkiye'nin 13 sıkıyönetim bölgesine ayrıldığına yer verilen iddianamede, basına uygulanan sansüre ilişkin, dönemin gazetecilerinden Nadir Nadi'nin ifadelerine ve 14 Eylül 1980'de TRT'ye gönderilen emirlere yer verildi.
Toplum üzerinde kurulan baskı ve yayın yasaklarıyla düşünce hürriyetinin tamamen ortadan kaldırıldığı ifade edilen iddianamede, şu bilgilere yer verildi:
“Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim kanuna dayanılarak hiçbir yargı kararı olmadan 30 bin memurun görevine son verildi. 7233 memur bölgelerinin dışına gönderildi. 300 bin kişiye sakıncalı oldukları gerekçesiyle pasaport verilmedi. Pasaport verilmeyenler içerisinde Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su da vardı. Kanser hastalığına yakalanan Ruhi Su pasaport verilmediği için tedavi olamadı ve yaşamını yitirdi. 12 Eylül yönetimi tarafından yurt dışına kaçan 14 bin kişi vatan haini oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı.”
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak hazırlanan iddianamede, 12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in 1987'de verdiği bir mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım” sözleri aktarılarak, “Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
İddianamede, “askeri darbe yönetimince gözaltında ve cezaevlerinde uygulanan işkencelere ilişkin olarak işkence mağdurlarının beyanlarına” yer verildi.
Buna dair başlık altında, bazı kişilerin, konuyla ilgili olarak basın-yayın organlarına verdiği demeçlerden alıntılar yapıldı, bazı kişilerin ise soruşturma sürecinde savcılığa müşteki olarak verdiği ifadeler aktarıldı.
Bu kişiler arasında, eski BBP Genel Başkanı merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile Nimet Tanrıkulu, Namık Kemal Zeybek, İbrahim Ünal, Yaşar Yıldırım, Celalettin Can, 12 Eylül döneminde idam edilen Erdal Eren'in amcasının oğlu Gökhan Eren, Yaşar Okuyan, Emek Partisi Genel Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Yalçıner, eski Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Mahir Kadir Damatlar, Oğuzhan Müftüoğlu, Yılma Durak, İbrahim Ünal, Selim Dindar, Orhan Miroğlu, Abdurrahman Yücel, Mustafa Kahya, Yılmaz Kızılırmak, Yener Turan, Reşat Keskin, Metin Terzi, Cumhur Yavuz ve Osman Başer yer aldı.
12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in, 5 Temmuz 1987'de Milliyet Gazetesinden Yener Süsoy'a verdiği mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı” sözlerine dikkat çekilerek, “Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
SANIK EVREN'İN SÖZLERİ
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin baş sorumlusu şüpheli Kenan Evren”in 1 Mart 2006'da Kanal D'deki Genç Bakış programındaki şu sözlerine de bir kitaptan alıntılanarak, yer verildi:
“Yahu sorsanıza... İşkenceyi sorsanıza. Asıl bunları sormanız lazım. Evet itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar rica ettik. Yapmayın filan diye. Ama bizi dinlemediler. O gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar... Onlar yapıyorlardı. Çünkü 12 Eylül'den önce seslerini çıkaramıyorlardı. Mahkumlar hep onları dövüyorlardı. 12 Eylül olunca başlarına teğmenler falan diktik. Fırsat ellerine geçince gardiyanlar da ne yapsınlar? İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik, bu müessif olaylar oldu.”
12 Eylül askeri darbe dönemindeki gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde uygulanan işkence yöntemlerinin tek tek sıralandığı iddianamede, darbeyle birlikte gözaltı işlemlerinde delil elde etme yöntemi olarak ifade, istenilen ifadeyi vermeyenler için ise işkencenin tek yöntem olarak benimsendiği belirtildi.
Gözaltına alınan ya da yakalanan kişiler sağ görüşlüyseler sol görüşlü polis ve askerlerden oluşturulan işkence ekipleri, sol görüşlüyseler sağ görüşlü polis ve askerden oluşturulan işkenceci ekipler tarafından sorgulara tabi tutuldukları aktarılan iddianamede, gözaltında ve cezaevinde keyfi ve sistematik işkencenin olduğu, cezaevlerinde “eğitim” adı altında bir kısım hareketler ve marşların mahkumlara psikolojik baskı ve işkence yöntemi olarak kullanıldığı anlatıldı.
SİSTEMATİK İŞKENCENİN MERKEZLERİ
Diyarbakır Askeri Cezaevi ile Mamak Askeri Cezaevinin, sistematik işkencenin merkezi haline getirildiği belirtilen iddianamede, Ankara Emniyet Müdürlüğündeki DAL'ın (Derin Araştırma Laboratuvarı), Adıyaman'da Pirin Palas Hapishanesinin ve İstanbul Gayrettepe'nin öne çıkan işkence merkezlerinden olduğu vurgulandı. İddianamede, “Sayılan bu yerler öne çıkmakla birlikte, ülkede tüm gözaltı ve cezaevlerinin o dönemde bu şekilde kullanıldığı ortaya çıkmaktadır” denildi.
Diyarbakır Cezaevinde İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran, Mamak Askeri Cezaevinde ise İç Güvenlik Komutanı Raci Tetik'in bulunduğu ve işkence emirlerini verdikleri ifade edilen iddianamede, Ankara Emniyeti'nde ise polis amirleri Zeki Kaman ve Dürüst Oktay'ın işkence uygulamalarında öne çıktığı bildirildi.
191 KİŞİ ÖLDÜ
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin ardından cezaevleri ve gözaltı merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda ölümler meydana geldi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yönetimin şeklen de olsa sivillere devredildiği 1983'e kadar gözaltı ve cezaevinde ölenlerin toplam sayısı 191 kişiydi. Bunlardan 5'i cezaevinde açlık grevinde, 1 tanesi de işkence sonucunda hastalanıp ölmüştü. Sadece 12 Eylül 1980 tarihiyle 31 Aralık 1980 tarihi arasında cezaevinde ölenlerin sayısı 43 kişiydi” ifadeleri yer aldı.
12 Eylül askeri darbesi nedeniyle açılan davanın iddianamesinde, sanıklar Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın, soruşturma aşamasındaki ifadelerinde, eylemlerini, “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesine dayanarak gerçekleştirdiklerini” ifade ettikleri belirtilerek, “35. madde, hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına bakıldığında, olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış terör olayları olduğu, devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasını engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı ifade edildi.
Sanıkların darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, darbe için bir yıl şartların olgunlaşmasını beklediklerinin anlaşıldığı kaydedilen iddianamede, “12 Eylül askeri yönetiminin, gözaltına alınan sağ ve sol görüşlü kişileri aşırı fraksiyonların etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı, yola getirilmesi gereken kişiler olarak gördüğü” bildirildi.
İddianamede, şu ifadeler kullanıldı:
“Bu nedenle gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle kişiliklerini ezip ortadan kaldırarak toplumu tektipleştirmek istemiştir. Bu amaçla cezaevlerinde 'karıştır-barıştır' denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri aynı koğuş ve hücrelere koyup zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler, bir kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve ezberlettirilerek yüksek sesle söylettirilmesi suretiyle düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlar, bu yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır.”
EVREN'İN İFADESİ
İddianamede, Kenan Evren'in soruşturma aşamasındaki ifadesine de yer verildi.
İddianameye göre Evren, ifadesinde, 12 Eylül 1980 öncesinde ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasi durumu özetleyerek, anayasal kurumların görevini yapamaz hale geldiğini, ülkenin felç olduğunu, bu nedenle yönetime el koymak durumunda kaldıklarını anlattı.
“Ülke yönetimine el koymayı istemediklerini, bu nedenle uzun süre beklediklerini” söyleyen Evren, “o zaman ülkenin içinde bulunduğu durumu gözeterek, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler Kanunu'nun 35. maddesinin ülke yönetimine el koyma yetkisi verdiğini kendisini ve diğer komutanlar olarak değerlendirdiklerini, bu yetkinin şartlar itibariyle sahip oldukları kanaatine vardıklarını” bildirdi.
Ülke yönetimine el koyduktan sonra TBMM ve hükümetin feshedildiğini, kesinti olmaması için bu yetkileri kullanacak kurumlara ihtiyaç olduğunu, bu nedenle TBMM, Senato, cumhurbaşkanına ait yetkileri, oluşturulan Milli Güvenlik Konseyine geçici olarak verdiklerini ifade eden Evren, ardından oluşturdukları Danışma Meclisine görevleri devrettiklerini ve parlamenter sistemi esas aldıklarını savundu.
“TSK'nın, insanların ölümünü bekleyip, sonuçta bunu fırsat olarak değerlendirip yönetime el koymasının düşünülemeyeceğini, bunu vicdanlarının kabul etmeyeceğini, bunu kesinlikle kabul etmediğini” dile getiren Evren, “pişman olmadığını” bildirdi.
“12 Eylül sonrası, Ege sorunu konusunda Yunanistan'dan herhangi bir yazılı güvence almadan, NATO Başkomutanı Rogers'ın vermiş olduğu sözlü güvenceye dayalı olarak Yunanistan'ın NATO'ya girmesine izin vermesinin hata olduğunu” kaydeden Evren, 1982 Anayasası taslağında cumhurbaşkanının 2 kez seçilebileceği konusunda hüküm bulunduğunu, ancak kendisinin “Cumhurbaşkanı 2. kez seçilecek olursa, tekrar seçilebilmek için iktidardaki partiye destek vermeye başlar” diyerek, bu hükmü anayasaya koydurtmadığını dile getirdi.
ŞAHİNKAYA'NIN BEYANI
Tahsin Şahinkaya ise soruşturma sırasında alınan ifadesinde, özetle, “darbe yapmadıklarını, kanlı olayların önüne geçtiklerini” öne sürerek, “darbe yapan insanın 2-3 yıl sonra hükümeti bırakmayacağını” söyledi.
Şahinkaya, 35. maddede verilen, devleti koruma ve kollama yetkisine dayanarak yönetime el koyduklarını savunarak, “memleketin o dönemde sahibinin olmadığını, bu çerçevede ne gerekiyorsa onu yaptıklarını” kaydetti. Şahinkaya, “12 Eylül askeri darbesinin ABD'nin bilgisi ve desteğiyle yapılmış olduğu iddiasına kesinlikle katılmadığını” da ifade etti.
“35. MADDE ASKERİ DARBE YETKİSİ VERMEMEKTEDİR”
Sanıklar ve avukatlarının, savunmalarında, askeri darbenin 35. maddesindeki yetkiye dayanarak yapıldığını belirttikleri anımsatılan iddianamede, şu değerlendirmelere yer verildi:
“Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda anayasanın yer aldığı, kanunların ise anayasanın hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallardandır. Bu nedenle, kanunlar anayasaya aykırı olamayacakları gibi kanunla verilen bir yetkinin anayasayı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması da mümkün değildir. Dolayısıyla söz konusu hüküm, anayasal düzeni, anayasa ile kurulmuş devlet düzeninin temel kurumlarından olan TBMM ile hükümeti ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz.”
Kaldı ki darbeyi yapanların, darbe ve sonrası eylemlerinden dolayı yargılanacaklarını ve eylemlerinin suç olduğunu bildiklerinden 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinindeki düzenlemeyi oluşturma ihtiyacı hissettikleri ifade edilen iddianamede, “Sonuç olarak, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
“ZAMAN AŞIMI” DEĞERLENDİRMESİ
İddianamede, “zaman aşımı” yönünden değerlendirmelere de yer verildi.
1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki düzenlemenin, sanıklar hakkında bir soruşturma ve yargılama engeli ortaya koyduğu belirtilen iddianamede, ancak gerek anayasada gerekse Türk Ceza Kanunlarında, soruşturma ve yargılama engelinin bulunduğu hallerde zaman aşımının işlemeyeceği kuralının öngörüldüğü ifade edildi.
İddianamede şunlar kaydedildi:
“Anayasanın 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla kaldırılan geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve kovuşturma engelidir. Dolayısıyla şüphelilere atılı bulunan eylemlerde zaman aşımı, eylemlerin gerçekleştiği 2 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde işlemeye başlamış, ancak 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zaman aşımı süresi 20 yıl olup, 9 Kasım 1982 tarihinde durmuş olan zaman aşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun Resmi Gazete'de yayınlandığı 23 Eylül 2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle iç hukukumuza göre zaman aşımı süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır.
Anayasanın geçici 15. maddesinin bir tür af kanunu olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi eden bir suç olup, bu suç TBMM'nin görevine başladığı 6 Aralık 1983 tarihine kadar işlenmeye devam etmiştir. Anayasanın 15. maddesi ise 9 Kasım 1982 tarihinde yürürlüğe girmiştir.”
İddianamede, bugün hayatta bulunmayan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun hakkında TCK'nın 64/1. maddesi gereğince ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiği de belirtildi.
(Kaynak:hürriyet.com.tr)
Kararda, Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında müebbet hapis cezası verilmişti. Ayrıca Evren ve Şahinkaya'nın askeri rütbelerin de sökülmesine karar verilmişti.
Evren ve Şahinkaya'nın 21 Aralık 1979'da dönemin Başbakanı'na verdikleri muhtırayla Anayasa'yı ve TBMM'yi ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçunu işledikleri, 12 Eylül 1980'de de cebren Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül eden TBMM'yi ıskat ve cebren men suçunu işledikleri gerekçesiyle eylemlerine uyan 765 sayılı TCK'nın 146/1. maddesi gereğince "ağırlaştırılmış müebbet" hapis cezasına çarptırılmıştı.
Mahkeme, sanıklar hakkında, zincirleme suç maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar vererek, sanıkların duruşmadaki tavır ve hareketleri ile dosya kapsamı ele alınarak, takdiri indirimle bu cezanın "müebbet hapse" çevrildiğini kaydetmişti.
12 Eylül iddianamesinin tam metni
İddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya sanık olarak yer alıyor.
İddianamede, Evren ve Şahinkaya'nın, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun “Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler”e ilişkin 146. maddesi ile 80. maddesi uyarınca “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına” çarptırılmaları isteniyor.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek” suçunu işledikleri kaydediliyor.
Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen, Cumhuriyet Savcısı Kemal Çetin'in hazırladığı iddianamenin Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesince saat 10.40 itibarıyla kabul edildiğini bildirdi.
Mahkemenin sanıklar hakkındaki adli kontrol talebini henüz karara bağlamadığını belirten Görüşen, duruşma gününün de tensiple birlikte belirleneceğini kaydetti.
İddianamede, 1 numaralı sanık 11 Ekim 1925 doğumlu Ali Tahsin Şahinkaya, 2 numaralı sanık ise 1 Ocak 1918 doğumlu Ahmet Kenan Evren olarak yer aldı.
Sanıkların, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek” suçlarını işledikleri ifade edilen iddianamede, 2 Ocak 1980 ile 12 Eylül 1980-6 Aralık 1983 arası suç tarihi olarak gösterildi.
Suç yerinin Ankara olduğu belirtilen iddianamede, sanıkların, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmaları isteniyor.
DELİLLER
İddianamede, “deliller” ise şöyle sıralandı:
“İddianame, müşteki beyanları, Mehmet Demir adlı kişinin gönderdiği 1 adet DVD, TBMM Kanunlar ve Kararlar Başkanlığının 29 Kasım 2011, Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün 27 Aralık 2011 tarihli yazıları ve ekleri, Kahramanmaraş Eski Belediye Başkanı Ahmet Uncu ve Çorum eski Valisi tanık Rafet Üçelli'nin ifade tutakları, Aksiyon Dergisinin 770. sayısı, 201552 sayılı 1980 tarihli 'Bayrak Harekat Direktifi' başlıklı 21 sayfadan ibaret 'Çok Gizli' ibareli belge, Adana Cumhuriyet Başsavcılığınca Kenan Evren hakkında Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu tarafından hazırlanan iddianame, sanıkların avukatlarınca verilen savunma dilekçesi, TBMM Genel Sekreterliği Kanunlar ve Kararlar Dairesi Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğünün 10 Haziran 2011 tarihli 64982 sayılı ekinde 5 Haziran 1977'de yapılan milletvekili genel seçimlerinde Millet Meclisi 5. Dönem üyeliğine seçilen milletvekillerine ilişkin listenin bulunduğu yazı, Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünün temin etmiş olduğu 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ile ilgili gazeteci yazar Mehmet Ali Birand tarafından hazırlanan 12 Eylül Belgeselinin bulunduğu 4 adet DVD, Şahinkaya'nın ifade tutanağı ve ifadeye ilişkin 2 adet mini DVD kaset ve 2 adet DVD, Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğünün 1 Haziran 2011 tarihli ve 5897 sayılı ekinde 13 Kasım 1979'da göreve başlayan Bakanlar Kurulu listesi ile kabinedeki değişikliklerin yer aldığı Resmi Gazete nüshalarının ilgili bölümleri, Kenan Evren'in ifade tutanağı ve ifadenin kaydına ilişkin 1 adet DVD, 12 Eylül 1980 tarihli 17103 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 12 Eylül Askeri darbesiyle ilgili bildirilere ilişkin Resmi Gazete çıktısı (Ülke yönetimine el konulduğuna ilişkin ilk bildiri olan 1 numaralı bildiri ile 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9 numaralı bildiriler ve Kenan Evren'in basına açıklamasına ilişkin belge), 16 Ekim 1981 tarihli 17486 mükerrer sayılı, 28 Ekim 1980 tarihli 17145 sayılı, 12 Aralık 1980 tarihli 17188 mükerrer sayılı, 5 Haziran 1981 tarihli 17361 sayılı Resmi Gazetelerde yer alan 2533 sayılı, 2324 sayılı, 2325 sayılı, 2356 sayılı kanunlar, Milli Güvenlik Konseyinin 52 sayılı kararı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı tarafından yayınlanan “İşkence Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler” isimli kitap, sabıka ve nüfus kayıtları ve tüm dosya kapsamı.”
12 Eylül askeri darbesi ile ilgili, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, “Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır” denildi.
İddianamede, soruşturmanın, 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına ve Türkiye'nin değişik yerlerindeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına verilen şikayet dilekçeleri üzerine başlatıldığı belirtildi.
Müştekilerin, 12 Eylül askeri darbesi ve bu dönemde maruz kaldıklarını belirtikleri işkence iddialarıyla ilgili suç duyurusunda bulunduğu ifade edilen iddianamede, şüpheliler Ahmet Kenan Evren, Ali Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun ve Nurettin Ersin hakkındaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçundan yürütülen soruşturmanın tefrik edildiği, iddianamenin de tefrik edilen soruşturma sonucunda hazırlandığı ifade edildi.
Tartışılan bir takım eksiklikleri olmasına rağmen demokrasinin, en iyi yönetim biçimi olarak kabul edildiği belirtilen iddianamede, demokrasinin kısa tarihi anlatılarak, “Demokrasi bugün itibariyle geldiği noktada bütün kıtalara, insanlığın var olduğu her yere göreceli olarak yayılmıştır. Demokratik olmayan baskıcı rejimler birer birer yıkılarak demokrasi adına adımlar atılmaktadır. Bu durum, çoğunlukla halkın baskıları ve ayaklanmaları sonucunda yönetimleri zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır” denildi.
Demokrasinin ve çoğulcu demokrasinin tartışıldığı iddianamede, “çoğulcu ve çoğunlukçu” demokrasi anlayışı açısından bir değerlendirme yapıldığında, 1924 Anayasasının çoğunlukçu demokrasiyi, 1961 ve 1982 Anayasalarının ise çoğulcu demokrasi anlayışını hakim kılmak istediğinin anlaşıldığı kaydedildi.
ANAYASALAR
1924 Anayasasında kanunların Anayasaya aykırılığının denetimsiz bırakıldığı, azınlık haklarının güvencesiz kaldığı savunulan iddianamede, 1961 ve 1982 Anayasalarında kanunların anayasaya aykırılığının denetiminin, Anayasa Mahkemesine verildiği, bu şekilde azınlığın haklarının güvence altına alındığı ifade edildi.
İddianamede, 1924 Anayasası demokratik sistemi benimsemiş olmasına ve Anayasadaki “Egemenlik kayıtsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız O kullanır” şeklindeki düzenlemeye rağmen Türkiye'de çok partili seçimlerin ilk kez 1946 yılında yapılabildiği anlatıldı.
1961 Anayasası ile getirilen sistemde, çoğulcu demokrasi rejiminin benimsenmiş olmasına rağmen, siyaset kurumu ve siyasetçiye güvensizlik ortaya koyan ve çoğunluk iktidarını bazı bürokratik mekanizmalarla denetlemeyi ve sınırlamayı amaçlayan vesayetçi düzenlemelerin bulunduğu ileri sürülen iddianamede, bunlardan birisinin, 1960 askeri darbesini gerçekleştiren Milli Birlik Komitesinin 13 Aralık 1960'taki başkan ve üyelerinin (23 kişi) ömür boyu, Cumhuriyet Senatosunun doğal üyesi seçilmesi olduğu kaydedildi.
1961 Anayasasının, bir askeri müdahale ürünü oluşu nedeniyle askeri otoritenin, sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirecek düzenlemeler getirdiği savunulan iddianamede, bunlardan en önemlisinin, 1924 Anayasasında bulunmayan Milli Güvenlik Kurulunun, bir Anayasal organ olarak kurulması olduğu savunuldu.
1961 Anayasasında, askeri bürokrasinin, sivil otorite karşısındaki durumunu güçlendiren bir başka düzenlemesinin de 1924 Anayasası döneminde Milli Savunma Bakanlığına karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanının, Başbakana karşı sorumlu kılınması olduğu ileri sürülen iddianamede, “Bu dönemde seçilen üç Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk) siyaset dışı ve asker kökenli oluşu tamamen bir tesadüf eseri olarak değerlendirilemez. Bunlar, askeri bürokrasinin siyaset üzerinde ne kadar etkili olduğunun bir göstergesidir” denildi.
“HALKA RAĞMEN HALK İÇİN DEMOKRASİ”
İddianamede, “Yakın tarihimizde sivil otorite karşısında konumunu güçlendiren askeri bürokrasi ve askeri bürokrasiyle koalisyon yapan elitler, yönetim konusunda halkın doğru karar veremeyeceğini, doğru kararı onlar adına ancak kendilerinin verebilecekleri iddiasıyla, demokrasi adına ilan edilen meşrutiyetten günümüze kadar halkı yönetime ortak etmeme düşüncesini kararlılıkla devam ettirmişlerdir. Bu şekilde 'halka rağmen halk için demokrasi' düşüncesi egemen kılınmıştır” ifadesi kullanıldı.
1961 ve 1982 Anayasasında, egemenlik hakkının millete ve onun temsilcisi olan TBMM'ye tek başına verilmediği, seçimle işbaşına gelmemiş kişi ve kurumlara egemenliğin paylaştırıldığı savunulan iddianamede, her iki Anayasa da da egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı ibaresinin bulunduğuna dikkat çekildi.
Bu durumun, mevcut sistemde tam demokrasinin halen içselleştirilemediğinin, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesi olduğu iddia edilen iddianamede, şunlar kaydedildi:
“Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde sürekli sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.
Demokrasi tarihimize bakıldığında, devletin kutsal ve dokunulmaz kabul edildiği tarihi geleneğimiz içerisinde devlet toplumdan soyutlanarak, adeta sanal varlık olarak görülüp güvenlik, kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürülüp özgürlüklerin ve hakların heba edildiği anlayışlar dayatılmaya devam edilegelmiştir. Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır.”
“BİREYLERİN ÖZGÜRLÜKLERİ FEDA EDİLMİŞTİR”
Demokratik bir devlet anlayışında olması gereken “Devlet toplum içindir” özdeyişinin tersine çevrilerek “Toplum devlet içindir” anlayışının hakim kılındığı savunulan iddianamede, “Bireylerin özgürlükleri, en temel ve vazgeçilmez hakları sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir. Oysa toplumunun ve bunu oluşturan bireylerin mutluluğunu sağlayamayan devlet ne kadar güçlü olursa olsun, güvenliği ne kadar yüksek olursa olsun yıkılmaya, değişmeye mahkum devletlerdir” ifadesi kullanıldı.
İddianamede, Türkiye'de, son yıllarda Avrupa Birliği ile bütünleşme çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan yasal düzenlemelerle sürecin, demokrasinin lehine değişmeye başladığı kaydedildi.
İdeal bir demokratik rejimde, kendi çıkarlarının ne olduğuna karar veremeyecek olan istisnai yetişkinler ile çocuklar dışındaki diğer yetişkinlerin yönetim konusunda, neyin iyi ve çıkarlarına uygun olduğuna kendilerinin karar vermesi gerektiği ifade edilen iddianamede, “Bir kişiye ya da zümreye süresiz ve sınırsız yönetme yetkisi verilemez. Ya da bu sonucu doğuracak yasal düzenlemeler yapılmamalıdır” denildi.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, 1 Mayıs 1977'de Taksim'de yaşanan olay, 16 Mart katliamı, bazı kişilere gönderilen bombalı paketler, Sivas, Kahramanmaraş ve Çorum'daki olaylar, Fatsa operasyonu, Abdi İpekçi suikastı, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi gibi olayların, ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı savunuldu.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, “12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi Meydana Gelen Önemli Terör Olayları” başlığı altında, birçok olay irdelendi.
İddianamede, 1970'li yıllarda, toplumda güçlü ideolojik akımların yaygın olarak boy gösterdiği ifade edilerek, toplumda yasal olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşlarının, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok, siyasi ve ideolojik amaçlarını ön plana çıkardıkları, özellikle bireylere eşit hizmet sunması gereken devlet memurları arasındaki siyasal ve ideolojik örgütlenmelerin, toplumun kamplara bölünmesine yol açtığı belirtildi.
Bu anlamda, öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmelerin toplumda büyük huzursuzluk oluşturduğuna dikkat çekilen iddianamede, şunlar kaydedildi:
“Sağcı polisler POL-BİR, solcu polisler POL-DER adı altında, sağcı öğretmenler ÜLKÜ-BİR, solcu öğretmenler TÖB-DER çatısı altında örgütlenmişti. Diğer meslek gruplarında da benzeri karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşturulmuştu. Toplumdaki bu ideolojik bölünmelere ek olarak, ülkede yaşanan kronikleşmiş ekonomik krizin etkisiyle yoksulluk had safhaya ulaşmış, ülke borçlarını ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelmişti. Ülkede kaos ve kargaşa oluşturarak, darbeye zemin oluşturmak isteyen güçler, bu ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı kaçırılmaz bir fırsat olarak değerlendirerek tertipledikleri terör olaylarıyla ülkeyi adım adım askeri darbeye sürüklemişlerdir.
12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında, halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanların kullanılması, olaylarda herkes tarafından görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, olaylara ya hiç müdahale etmeyen ya da geç müdahale eden güçlerin tutum ve davranışları, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması hususları gözetildiğinde, olayların, ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.”
Türkiye'nin 12 Eylül'e götürüldüğü süreçte yaşanan, toplumu en çok etkileyen ve askeri darbede gerekçe olarak kullanılan terör olayları irdelenen iddianamede, bu olaylar ele alınırken, Ali Kuzu'nun “12 Eylül İhtilali ve Onların Çocukları”, Mehmet Ali Birand, Hikmet Bila ve Rıdvan Akar'ın “12 Eylül Türkiye'nin Miladı”, Muslih İpekliler'in “Anılarda 12 Eylül”, Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın “İşkence Dosyası, Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler”, Murat Belge'nin “12 Yıl Sonra 12 Eylül”, Yaşar Okuyan'ın “12 Eylül'den Anılar, Mektuplar ve Belgeler, O Yıllar”, Ahmet Ulu'nun “Mamak'ta 30 Gün” adlı kitaplarından alıntılar yapıldı.
OLAYLAR
12 Eylül öncesinde, 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olayına yer verilen iddianamede, olayın oluş şekli, görgü tanıklarının anlatımları, ateş edenlerin birçok kişi tarafından görülmesine rağmen gerçek suçluların hiçbirisinin yakalanamaması gözetildiğinde, olayın toplumu kaosa ve iç çatışmaya sürüklemek, nihai hedef olarak ise askeri darbeye zemin hazırlamak amacıyla devlet içinde yönetimi ele geçirmek isteyenlerin yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış bir provokasyon olduğu kaydedildi.
İddianamede, 6 Nisan 1978'de Ankara Emek Postanesi'nden evine gönderilen bombanın patlaması sonucu Adalet Partili Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu ile gelini ve torununun öldürüldüğü, Fendoğlu'nun solcularca öldürüldüğü düşüncesiyle halkın ayaklanarak, Aleviler ile solculara karşı saldırılar gerçekleştirildiği, aynı tarihte, aynı postaneden Adıyaman Emniyet Müdür Muavini Abdülkadir Aksu'ya da bombalı paket gönderildiği, alıcıya ulaşmadığı gerekçesiyle iade edilen bombanın, uzman ekiplerce imha edildiği anlatılan iddianamede, 7 Nisan 1978'de de Çankaya Postanesi'nden Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinin CHP'li İlçe Başkanı ve milletvekili adayı Memiş Özdal'a paket içerisinde bomba yollandığı, Özdal'ın şüphelendiği paketi geri gönderdiği, bomba nedeniyle postanedeki bir memurun hayatını kaybettiği hatırlatıldı.
İddianamede, “3 adet bombanın, aynı ilden bir gün arayla farklı siyasi görüşteki kişilere gönderilmesinin, olayın toplumda kaos oluşturmak ve darbeye zemin hazırlamak isteyen gizli güçler tarafından tertiplendiğini gösterdiği” savunuldu.
16 MART KATLİAMI
16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesinden çıkan sol görüşlü öğrencilere açılan ateş ve atılan bomba sonucu 7 öğrencinin öldüğü, 50'den fazla kişinin yaralandığı hatırlatılan iddianamede, olaydan uzun süre sonra bombayı atan Zülküf İsot'un, katliamı ailesine itiraf ettiği, İsot'un, itiraftan kısa süre sonra kendisi gibi ülkücü olan Latif Aktı tarafından öldürüldüğü belirtildi.
İddianamede, bu olayla ilgili, “Olayda, suçlunun takibine amirleri tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları, yıllar sonra ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot'un eylemi polisin kendisine yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde POL-DER ve POL-BİR olarak bölünmüş olan polis içerisindeki görevlilerin de kullanılmasıyla toplumda kaos oluşturmak ve yönetimi ele geçirmek isteyen güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır” görüşüne yer verildi.
“KAHRAMANMARAŞ OLAYLARI 12 EYLÜL'ÜN NEDENLERİNDEN BİRİ”
İddianamede, 1978'te Sivas'ta Alevi ve Sünniler arasında meydana gelen olaylara yer verilerek, dönemin Devlet Bakanı Enver Akova'nın, “Sivas halkının olaylara karışmadığı ve aşırı uçların silah aldıkları kaynakların aynı olduğu” yönünde beyanda bulunduğuna dikkat çekildi.
Bazı güvenlik güçlerinin, Sivas'a dışarıdan toplulukların getirildiğine ilişkin ifadeleri vurgulanan iddianamede, Sivas'ın, Alevi ve Sünni vatandaşların birlikte yaşaması nedeniyle provokatif eylemler için uygun olması, olayda Malatya, Maraş ve Çorum olaylarındakine benzer şekilde Sünnileri Aleviler aleyhine kışkırtmaya yönelik sloganların atılması gözetildiğinde, “olayın ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı” kaydedildi.
Kahramanmaraş'ta 19-26 Aralık 1978 arasında meydana gelen olayların, 12 Eylül sürecine giden yolda önemli dönüm noktalarından biri olduğu belirtilen iddianamede, “Kahramanmaraş olayları, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin nedenlerinden biri olarak görülmektedir” ifadesi kullanıldı.
Olayların ardından 26 Aralık 1978'de 13 ilde sıkıyönetim ilan edildiği bildirilen iddianamede, “olayın, toplumda kaos oluşturmak ve askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, etkin güvenlik kuvvetlerince de müdahale edilmediği kanaatine varıldığı” görüşü yer aldı.
İPEKÇİ SUİKASTI VE ÇORUM OLAYLARI
Milliyet gazetesi Başyazarı Abdi İpekçi'nin, 1 Şubat 1979'da Mehmet Ali Ağca tarafından öldürüldüğü anımsatılan iddianamede, “Ağca'nın, kendisine eylemi yaptıranları açıklayacağına dair açıklamasından sonra Maltepe Askeri Cezaevi'nden asker elbisesi giydirilerek kaçırılmasının, ülkenin kaos ve çatışmaya sürüklenerek yönetilemez hale getirilmesini isteyen güçler tarafından planlandığını gösterdiği” kaydedildi.
Çorum'da 1980'de meydana gelen olaylarda bir kez daha Alevi ve Sünnilerin karşı karşıya getirildiği ifade edilen iddianamede, olaylarıyla ilgili şu değerlendirmede bulunuldu:
“Çorum olaylarında da yine Kahramanmaraş ve Malatya olaylarındaki gibi 'Cami bombalandı' , 'Sular zehirlendi' gibi söylentilerle Alevi ve Sünni halk kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi, olaya müdahale için gelen Amasya Tugay Komutanı'nın olaylar yatışmadan birliklerini geri çekmesi, olayı bizzat yaşayan Adnan Baran'ın polis ve askerin olaylara müdahale etmediği, kendisiyle birlikte firari sanıkların kentte rahatça gezmelerine izin verildiği, bazı subayların sağ ve sol gruplara silah ve patlayıcı verdikleri, Alaaddin Camisi'ne bomba atıldığına ilişkin yalan haberin asılsız olduğunu camide anlatmaya çalışan Kazım Aras isimli şahsın gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen kişilerce sopa darbeleriyle etkisiz hale getirildiğine dair beyanları birlikte değerlendirildiğinde, olayın ülkede kaos çıkararak yapılacak darbeye zemin hazırlamak isteyenler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.”
FATSA OPERASYONU
Ordu'nun Fatsa ilçesinde, 14 Ekim'de 1979 ara seçimlerinde, “arkasında Devrimci Yol Örgütü'nün desteği olan, Terzi Fikri adıyla üne kavuşan Fikri Sönmez'in” belediye başkanı seçildiği hatırlatılan iddianamede, Fatsa'da bu tarihten sonraki gelişmeler özetlendi.
Bu gelişmelerin ardından Fatsa'ya 8 Temmuz 1980'de Samsun'dan gelen askeri birliklerle operasyon düzenlendiği belirtilen iddianamede, operasyon emrini dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in verdiği, direnişle karşılaşmayan operasyonlar sonucunda Sönmez ile birlikte 300 kişinin gözaltına alındığı anlatıldı.
İddianamede, şunlar kaydedildi:
“Devlet içerisinde küçük bir devlet gibi örgütlenen Ordu'nun Fatsa ilçesine, Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan Evren'in emriyle müdahale edilmişti. O tarihte sıkıyönetim ilan edilen iller arasında Ordu yoktu. Dolayısıyla TSK, sıkıyönetim kurulmamış bir bölgedeki olaylara müdahalede bulundu. Oysa şüpheli Kenan Evren, Kahramanmaraş olaylarına asker olarak neden müdahale edilmediği sorulduğunda, sıkıyönetim ilan edilmediği için yetkilerinin olmadığını belirtmiştir. Esasen her gün onlarca insanımızın terör olaylarından öldüğü bir ortamda, başbakan, hükümet ve diğer siyasi parti liderlerine doğrudan, Cumhurbaşkanına ise doğrudan olmasa bile dolaylı olarak müdahalede bulunabileceğine ilişkin uyarı mektubu verebilecek kadar kendisini güçlü gören askeri yönetimin, terör olaylarına müdahale ederek suçluları adli merciler önüne çıkarması, toplum ve siyasi iktidar tarafından ancak takdir edilebilirdi. Fatsa operasyonu bu yönüyle dikkate değerdir.”
“DARBENİN İŞARETİ”
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresinin 6 Nisan 1980'de dolmasının ardından Cumhurbaşkanı seçimine yönelik çalışmalara yer verilen iddianamede, “dönemin TSK komuta kademesinin, yapmış olduğu darbe planının akamete uğramaması için Cumhurbaşkanının seçilmesini istemediği, siyasi istikrarsızlığı darbe yapmak için bir fırsat olarak gördüğü, asıl amacın her halükarda darbe yapmak olduğu” ileri sürüldü.
12 Eylül askeri darbesine giden süreçteki önemli olayların birinin, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi olduğu ifade edilen iddianamede, darbenin bir diğer işaretininden de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in 30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle verdiği mesajlar olduğu savunuldu.
Evren'in, TSK'ya verdiği mesajda, “Aziz arkadaşlarım. Sizler de bu olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak şuna inanız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır” , “Siz onların hepsini bir anda yok edecek güçtesiniz. Asıl, sessizliğimizi ve sabrınızı güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler, nasıl yanıldıklarını bir zaman gelecek acı şekilde göreceklerdir” gibi ifadeler kullandığına dikkat çekilen iddianamede, bu olay şöyle değerlendirildi:
“Bu olayda, İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmayan kişilerin, mitingi düzenleyen MSP'nin Genel Başkanı olan Erbakan'ın komutuyla söylettiği İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmamaları, olaydan sonra hem Erbakan hem de Belediye Başkanı Mehmet Keçeciler tarafından yapılan şikayetlerden bir sonuç alınmaması ve bu kişilerin irtica görüntüleri veren abartılı kıyafetleri dikkate alındığında MSP'li olmadığı, benzer provokatif eylemler için hazırlanmış, yapılacak darbede gerekçe kullanılacak kişiler olduğu sonucuna varılmaktadır.”
Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesinin, 12 Eylül askeri darbesine ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırladığı iddianamede, darbeyle TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu ifade edildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'in hükümet kurduğu dönemlere de yer verilerek, o günlerin Türkiye'sinin, ekonomik çöküntü içerisinde olduğu, terör olaylarının günden güne tırmandığı kaydedildi.
Askeri müdahale fikrinin 1979 Temmuz ayında ordunun üst kademelerince konuşulmaya başlandığı, Kenan Evren'in kuvvet komutanlarıyla görüşmeler yaptığı anlatılan iddianamede, Evren'in yaptığı görüşmelerde Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar Saltık'tan bir çalışma grubu kurmasını istediği ifade edildi.
İddianamede, 21 Aralık 1979'da, Kenan Evren'in kuvvet komutanları, Harp Akademileri komutanı, ordu ve kolordu komutanlarının katılımlarıyla toplantılar yaptığı, 26 Aralık 1979'da hükümetteki parti liderleriyle, diğer siyasi parti liderlerine “uyarı mektubu” verilmesinin kararlaştırıldığı ifade edildi.
Kenan Evren'in, 27 Aralık 1979'da, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin'in, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu'nun, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'un imzalarını taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşünü içeren bir “uyarı mektubunu”, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verdiği belirtilen iddianamede, Korutürk'ün de 2 Ocak 1980'de Başbakan ve Adalet Partisi (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'i, Çankaya Köşküne davet ederek, bu mektubun örneğini iki lidere verdiği kaydedildi.
Cumhurbaşkanı Korutürk'e verilen “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü” başlıklı uyarı mektubunun da yer aldığı iddianamede, “Türk Silahlı Kuvvetleri ve onun komuta kademesinin, içerisinde bağlı oldukları başbakanın da bulunduğu siyasi parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta, 'Türk Silahlı Kuvvetleri;... uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir' ifadesini kullanması, cumhuriyet tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak kullanılan İç Hizmet Kanunu'nu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim açısından tehdittir” denildi.
Darbeye hazırlık süreci
Askeri darbe planı hazırlıklarını tamamlayan Orgeneral Saltık'ın 4 Haziran 1980'de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e sunduğu “Bayrak Harekatı” adı verilen planın Evren tarafından incelendiği anlatılan iddianamede, 1 Temmuz 1980'de komuta kademesince yapılan toplantıda darbe günü olarak 11 veya 12 Temmuz'un belirlendiği, ancak darbenin bu tarihte gerçekleştirilemediği ifade edildi.
Askeri şuranın Ağustos 1980'de yapıldığı, burada askeri darbenin komuta kademesinin belirlendiği anlatılan iddianamede, komuta kademesince 26 Ağustos 1980'de gerçekleştirilen toplantıda harekatla ilgili son kontrollerin yapıldığı, ikinci kez harekat zamanı olarak 12 Eylül'ün belirlendiği kaydedildi.
Askeri Harekatın tarih ve saatinin, planda “G” günü, “S” saati olarak kodlandığına yer verilen iddianamede, 5 Eylül 1980'de Genelkurmay Başkanlığından çıkan kuryelerin, harekatın “12 Eylül-saat 04.00”te yapılacağını belirten emrin bulunduğu zarflarla Türkiye'nin dört bir yanına hareket ettiği belirtildi.
12 Eylül Askeri Darbesi ve Sonrası
İddianamede, 12 Eylül 1980'de saat 03.59'da TRT'de, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisine yer verilerek, bildiride, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin emir-komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine el koyduğu, parlamento ve hükümeti feshederek sıkı yönetim ilan ettiği, yurt dışına çıkışları yasakladığının yer aldığı kaydedildi.
İddianamede, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yayımladığı “4 numaralı” bildiride, Milli Güvenlik Konseyinin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluştuğu ve Milli Güvenlik Konseyi sekreterliğine Orgeneral Haydar Saltık'ın atandığının belirtildiği aktarıldı.
İddianamede, 2324 Sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2. maddesinde yapılan
“Anayasada Türkiye Büyük Millet Meclisine, Millet Meclisine ve Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül 1980 tarihinden itibaren geçici olarak Milli Güvenlik Konseyince ve Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır” düzenlemesiyle, TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el konulduğu savunuldu.
12 Eylül askeri yönetimince ülkenin tamamının denetim ve kontrol altına alındığı, siyasi partilerin faaliyetlerinin yasaklandığı, 16 Ekim 1981 tarihinde çıkarılan 2533 sayılı Kanunla başta Atatürk'ün kurduğu CHP olmak üzere bütün partilerin kapatılarak siyasi partiler ve yan kuruluşlarının bütün mallarının hazineye devredildiği anlatılan iddianamede, 11 Eylül 1980'de parlamento üyesi bulunan siyasi parti mensupları ile her kademedeki siyasi parti yönetici ve mensuplarının, sözlü veya yazılı beyanda bulunmalarının, makale yazmalarının, toplantı yapmalarının, sıkıyönetim komutanlıklarının koyduğu yasakları ve aldığı kararları herhangi bir şekilde tartışılmasının yasaklandığı belirtildi.
“30 BİN MEMURUN GÖREVİNE SON”
Askeri darbeden sonra Türkiye'nin 13 sıkıyönetim bölgesine ayrıldığına yer verilen iddianamede, basına uygulanan sansüre ilişkin, dönemin gazetecilerinden Nadir Nadi'nin ifadelerine ve 14 Eylül 1980'de TRT'ye gönderilen emirlere yer verildi.
Toplum üzerinde kurulan baskı ve yayın yasaklarıyla düşünce hürriyetinin tamamen ortadan kaldırıldığı ifade edilen iddianamede, şu bilgilere yer verildi:
“Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim kanuna dayanılarak hiçbir yargı kararı olmadan 30 bin memurun görevine son verildi. 7233 memur bölgelerinin dışına gönderildi. 300 bin kişiye sakıncalı oldukları gerekçesiyle pasaport verilmedi. Pasaport verilmeyenler içerisinde Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su da vardı. Kanser hastalığına yakalanan Ruhi Su pasaport verilmediği için tedavi olamadı ve yaşamını yitirdi. 12 Eylül yönetimi tarafından yurt dışına kaçan 14 bin kişi vatan haini oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı.”
12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak hazırlanan iddianamede, 12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in 1987'de verdiği bir mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım” sözleri aktarılarak, “Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
İddianamede, “askeri darbe yönetimince gözaltında ve cezaevlerinde uygulanan işkencelere ilişkin olarak işkence mağdurlarının beyanlarına” yer verildi.
Buna dair başlık altında, bazı kişilerin, konuyla ilgili olarak basın-yayın organlarına verdiği demeçlerden alıntılar yapıldı, bazı kişilerin ise soruşturma sürecinde savcılığa müşteki olarak verdiği ifadeler aktarıldı.
Bu kişiler arasında, eski BBP Genel Başkanı merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile Nimet Tanrıkulu, Namık Kemal Zeybek, İbrahim Ünal, Yaşar Yıldırım, Celalettin Can, 12 Eylül döneminde idam edilen Erdal Eren'in amcasının oğlu Gökhan Eren, Yaşar Okuyan, Emek Partisi Genel Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Yalçıner, eski Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Mahir Kadir Damatlar, Oğuzhan Müftüoğlu, Yılma Durak, İbrahim Ünal, Selim Dindar, Orhan Miroğlu, Abdurrahman Yücel, Mustafa Kahya, Yılmaz Kızılırmak, Yener Turan, Reşat Keskin, Metin Terzi, Cumhur Yavuz ve Osman Başer yer aldı.
12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in, 5 Temmuz 1987'de Milliyet Gazetesinden Yener Süsoy'a verdiği mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı” sözlerine dikkat çekilerek, “Bu sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır” denildi.
SANIK EVREN'İN SÖZLERİ
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin baş sorumlusu şüpheli Kenan Evren”in 1 Mart 2006'da Kanal D'deki Genç Bakış programındaki şu sözlerine de bir kitaptan alıntılanarak, yer verildi:
“Yahu sorsanıza... İşkenceyi sorsanıza. Asıl bunları sormanız lazım. Evet itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar rica ettik. Yapmayın filan diye. Ama bizi dinlemediler. O gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar... Onlar yapıyorlardı. Çünkü 12 Eylül'den önce seslerini çıkaramıyorlardı. Mahkumlar hep onları dövüyorlardı. 12 Eylül olunca başlarına teğmenler falan diktik. Fırsat ellerine geçince gardiyanlar da ne yapsınlar? İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik, bu müessif olaylar oldu.”
12 Eylül askeri darbe dönemindeki gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde uygulanan işkence yöntemlerinin tek tek sıralandığı iddianamede, darbeyle birlikte gözaltı işlemlerinde delil elde etme yöntemi olarak ifade, istenilen ifadeyi vermeyenler için ise işkencenin tek yöntem olarak benimsendiği belirtildi.
Gözaltına alınan ya da yakalanan kişiler sağ görüşlüyseler sol görüşlü polis ve askerlerden oluşturulan işkence ekipleri, sol görüşlüyseler sağ görüşlü polis ve askerden oluşturulan işkenceci ekipler tarafından sorgulara tabi tutuldukları aktarılan iddianamede, gözaltında ve cezaevinde keyfi ve sistematik işkencenin olduğu, cezaevlerinde “eğitim” adı altında bir kısım hareketler ve marşların mahkumlara psikolojik baskı ve işkence yöntemi olarak kullanıldığı anlatıldı.
SİSTEMATİK İŞKENCENİN MERKEZLERİ
Diyarbakır Askeri Cezaevi ile Mamak Askeri Cezaevinin, sistematik işkencenin merkezi haline getirildiği belirtilen iddianamede, Ankara Emniyet Müdürlüğündeki DAL'ın (Derin Araştırma Laboratuvarı), Adıyaman'da Pirin Palas Hapishanesinin ve İstanbul Gayrettepe'nin öne çıkan işkence merkezlerinden olduğu vurgulandı. İddianamede, “Sayılan bu yerler öne çıkmakla birlikte, ülkede tüm gözaltı ve cezaevlerinin o dönemde bu şekilde kullanıldığı ortaya çıkmaktadır” denildi.
Diyarbakır Cezaevinde İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran, Mamak Askeri Cezaevinde ise İç Güvenlik Komutanı Raci Tetik'in bulunduğu ve işkence emirlerini verdikleri ifade edilen iddianamede, Ankara Emniyeti'nde ise polis amirleri Zeki Kaman ve Dürüst Oktay'ın işkence uygulamalarında öne çıktığı bildirildi.
191 KİŞİ ÖLDÜ
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin ardından cezaevleri ve gözaltı merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda ölümler meydana geldi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yönetimin şeklen de olsa sivillere devredildiği 1983'e kadar gözaltı ve cezaevinde ölenlerin toplam sayısı 191 kişiydi. Bunlardan 5'i cezaevinde açlık grevinde, 1 tanesi de işkence sonucunda hastalanıp ölmüştü. Sadece 12 Eylül 1980 tarihiyle 31 Aralık 1980 tarihi arasında cezaevinde ölenlerin sayısı 43 kişiydi” ifadeleri yer aldı.
12 Eylül askeri darbesi nedeniyle açılan davanın iddianamesinde, sanıklar Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın, soruşturma aşamasındaki ifadelerinde, eylemlerini, “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesine dayanarak gerçekleştirdiklerini” ifade ettikleri belirtilerek, “35. madde, hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
İddianamede, 12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına bakıldığında, olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış terör olayları olduğu, devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin etkin olarak görev yapmasını engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı ifade edildi.
Sanıkların darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, darbe için bir yıl şartların olgunlaşmasını beklediklerinin anlaşıldığı kaydedilen iddianamede, “12 Eylül askeri yönetiminin, gözaltına alınan sağ ve sol görüşlü kişileri aşırı fraksiyonların etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı, yola getirilmesi gereken kişiler olarak gördüğü” bildirildi.
İddianamede, şu ifadeler kullanıldı:
“Bu nedenle gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle kişiliklerini ezip ortadan kaldırarak toplumu tektipleştirmek istemiştir. Bu amaçla cezaevlerinde 'karıştır-barıştır' denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri aynı koğuş ve hücrelere koyup zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler, bir kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve ezberlettirilerek yüksek sesle söylettirilmesi suretiyle düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya çalışmışlar, bu yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır.”
EVREN'İN İFADESİ
İddianamede, Kenan Evren'in soruşturma aşamasındaki ifadesine de yer verildi.
İddianameye göre Evren, ifadesinde, 12 Eylül 1980 öncesinde ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasi durumu özetleyerek, anayasal kurumların görevini yapamaz hale geldiğini, ülkenin felç olduğunu, bu nedenle yönetime el koymak durumunda kaldıklarını anlattı.
“Ülke yönetimine el koymayı istemediklerini, bu nedenle uzun süre beklediklerini” söyleyen Evren, “o zaman ülkenin içinde bulunduğu durumu gözeterek, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler Kanunu'nun 35. maddesinin ülke yönetimine el koyma yetkisi verdiğini kendisini ve diğer komutanlar olarak değerlendirdiklerini, bu yetkinin şartlar itibariyle sahip oldukları kanaatine vardıklarını” bildirdi.
Ülke yönetimine el koyduktan sonra TBMM ve hükümetin feshedildiğini, kesinti olmaması için bu yetkileri kullanacak kurumlara ihtiyaç olduğunu, bu nedenle TBMM, Senato, cumhurbaşkanına ait yetkileri, oluşturulan Milli Güvenlik Konseyine geçici olarak verdiklerini ifade eden Evren, ardından oluşturdukları Danışma Meclisine görevleri devrettiklerini ve parlamenter sistemi esas aldıklarını savundu.
“TSK'nın, insanların ölümünü bekleyip, sonuçta bunu fırsat olarak değerlendirip yönetime el koymasının düşünülemeyeceğini, bunu vicdanlarının kabul etmeyeceğini, bunu kesinlikle kabul etmediğini” dile getiren Evren, “pişman olmadığını” bildirdi.
“12 Eylül sonrası, Ege sorunu konusunda Yunanistan'dan herhangi bir yazılı güvence almadan, NATO Başkomutanı Rogers'ın vermiş olduğu sözlü güvenceye dayalı olarak Yunanistan'ın NATO'ya girmesine izin vermesinin hata olduğunu” kaydeden Evren, 1982 Anayasası taslağında cumhurbaşkanının 2 kez seçilebileceği konusunda hüküm bulunduğunu, ancak kendisinin “Cumhurbaşkanı 2. kez seçilecek olursa, tekrar seçilebilmek için iktidardaki partiye destek vermeye başlar” diyerek, bu hükmü anayasaya koydurtmadığını dile getirdi.
ŞAHİNKAYA'NIN BEYANI
Tahsin Şahinkaya ise soruşturma sırasında alınan ifadesinde, özetle, “darbe yapmadıklarını, kanlı olayların önüne geçtiklerini” öne sürerek, “darbe yapan insanın 2-3 yıl sonra hükümeti bırakmayacağını” söyledi.
Şahinkaya, 35. maddede verilen, devleti koruma ve kollama yetkisine dayanarak yönetime el koyduklarını savunarak, “memleketin o dönemde sahibinin olmadığını, bu çerçevede ne gerekiyorsa onu yaptıklarını” kaydetti. Şahinkaya, “12 Eylül askeri darbesinin ABD'nin bilgisi ve desteğiyle yapılmış olduğu iddiasına kesinlikle katılmadığını” da ifade etti.
“35. MADDE ASKERİ DARBE YETKİSİ VERMEMEKTEDİR”
Sanıklar ve avukatlarının, savunmalarında, askeri darbenin 35. maddesindeki yetkiye dayanarak yapıldığını belirttikleri anımsatılan iddianamede, şu değerlendirmelere yer verildi:
“Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda anayasanın yer aldığı, kanunların ise anayasanın hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallardandır. Bu nedenle, kanunlar anayasaya aykırı olamayacakları gibi kanunla verilen bir yetkinin anayasayı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması da mümkün değildir. Dolayısıyla söz konusu hüküm, anayasal düzeni, anayasa ile kurulmuş devlet düzeninin temel kurumlarından olan TBMM ile hükümeti ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz.”
Kaldı ki darbeyi yapanların, darbe ve sonrası eylemlerinden dolayı yargılanacaklarını ve eylemlerinin suç olduğunu bildiklerinden 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinindeki düzenlemeyi oluşturma ihtiyacı hissettikleri ifade edilen iddianamede, “Sonuç olarak, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
“ZAMAN AŞIMI” DEĞERLENDİRMESİ
İddianamede, “zaman aşımı” yönünden değerlendirmelere de yer verildi.
1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki düzenlemenin, sanıklar hakkında bir soruşturma ve yargılama engeli ortaya koyduğu belirtilen iddianamede, ancak gerek anayasada gerekse Türk Ceza Kanunlarında, soruşturma ve yargılama engelinin bulunduğu hallerde zaman aşımının işlemeyeceği kuralının öngörüldüğü ifade edildi.
İddianamede şunlar kaydedildi:
“Anayasanın 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla kaldırılan geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve kovuşturma engelidir. Dolayısıyla şüphelilere atılı bulunan eylemlerde zaman aşımı, eylemlerin gerçekleştiği 2 Ocak 1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde işlemeye başlamış, ancak 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zaman aşımı süresi 20 yıl olup, 9 Kasım 1982 tarihinde durmuş olan zaman aşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun Resmi Gazete'de yayınlandığı 23 Eylül 2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle iç hukukumuza göre zaman aşımı süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır.
Anayasanın geçici 15. maddesinin bir tür af kanunu olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi eden bir suç olup, bu suç TBMM'nin görevine başladığı 6 Aralık 1983 tarihine kadar işlenmeye devam etmiştir. Anayasanın 15. maddesi ise 9 Kasım 1982 tarihinde yürürlüğe girmiştir.”
İddianamede, bugün hayatta bulunmayan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun hakkında TCK'nın 64/1. maddesi gereğince ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiği de belirtildi.
(Kaynak:hürriyet.com.tr)
Kenan Evren hayatını kaybetti
12 Eylül Askeri Darbesi’nin lideri, Türkiye’nin 7’nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren 98 yaşında hayatını kaybetti.
12 Eylül askeri darbesinin lideri, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde (GATA) dün 98 yaşında yaşamını yitirdi. Öğle saatlerinde, yaşlılığa bağlı çoklu organ yetmezliği nedeniyle sağlık durumu ciddileşince yoğun bakıma alınarak solunum cihazına bağlanan Evren kurtarılamadı.
3 YILDIR GATA’DA TEDAVİ GÖRÜYORDU
2012’den beri GATA’da tedavi göre Evren’in sağlık durumunda son günlerde yaşlılığa bağlı ciddi sorunlar yaşadığı belirtilirken, durumunun ağırlaşması üzerine aile üyelerinin hastaneye çağırıldı.
Evren, ölümünden önce hakkında açılan darbe davası nedeniyle güç günler geçirdi. Liderliğini yaptığı 12 Eylül darbesi nedeniyle, darbenin kendisiyle birlikte hayatta kalan bir diğer üyesi Tahsin Şahinkaya ile birlikte yargılandığı davada ömür boyu hapse mahkûm edildi. Temyiz edilen davanın Yargıtay incelemesi sürüyor. Evren, Şahinkaya ile birlikte davaya tedavi gördüğü hastaneden görüntülü konferans yöntemiyle katılmıştı.
27 Mayıs Darbesi’ni komşusundan öğrendi
18 Haziran 2014’te, yargılandıkları 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Davası’nda TCK’nın “Devlet kuvvetleri aleyhine cürümler” başlıklı 146. maddesi uyarınca müebbet cezasına mahkum edilen 12 Eylül Darbesi’nin mimarı Kenan Evren, dün hayatını kaybetti. Her ne kadar, Genelkurmay’ın internet sitesinde “Doğum yeri Alaşehir, doğum tarihi 1918” yazıyorsa da Kenan Evren, Manisa’nın Kula ilçesinde, 17 Temmuz 1917 tarihinde, bir “Kadir Gecesi” doğduğuna inandı. Nitekim 15 gün boyunca kulağına “Kadir” ismi fısıldandı. Ama ağabeyi Ragıp, “Kadir” ismini sevmiyordu. O yüzden ismi, kayıtlara Kenan olarak geçti. Bu bilgilere de kişisel çabasıyla yıllar sonra ulaştı.
7’YE İNANIRDI
Doğumuyla “Yedi” rakamı arasında bir ilişki olduğunu, hayatının “Yedi” rakamı etrafında şekillendiğini düşünürdü. “1917 senesinin 7’nci ayı ve Ramazan ayının 27’nci gecesi olan Kadir Gecesi, Kula’da dünyaya geldim” derken “Yedi” rakamının hayatındaki önemini vurguluyordu. Bu inancını, anılarını yazdığı kitapta “İşte 7 rakamının kronolojik tablosu” başlığı altında açıklıyordu: “Askeri liseye giriş yaşım: 17; Evlenme tarihim: 27 Mayıs 1944; Evlenme yaşım: 27; 17. Genelkurmay Başkanı; 7. Cumhurbaşkanı; 12 Eylül Harekatı’nın Cumhuriyet’in 57. yılında gerçekleşmesi” ve liste devam eder. Biz de bir hatırlatma yapalım: “Yedi” sembolizmin de kutsal saydığı bir rakamdır!
HELVACI ÇIRAĞI AHMET KENAN
Dördüncü sınıfın yaz tatilini, babasının isteğiyle bir kunduracının yanında geçirecekti ki, başarısızlığı nedeniyle çıraklığı kısa sürdü. Ardından bir helvacının yanına girdi. O dönemi yıllar sonra “Az da olsa tahin helvası, şeker ve lokum yapmayı öğrenmiştim. Okumamış olsaydım şekerci olabilirdim” sözleriyle andı. Sapanla kuş vurmayı, özellikle serçe avlamayı seven bir çocukluğu vardı. Ancak, bir gün serçe yerine vurduğu kumrunun kendisinde yarattığı “Acıma hissi” nedeniyle bu sevdasından vazgeçti. Serçelerin yerini, eşek arıları aldı; tahta pervaneler yaparak, çelik çomak oynayarak geçirdi çocukluğunu.
12 Eylül’e nasıl gelindi
Siyasi cinayetler, kanlı 1 Mayıs, Çorum ve Maraş olayları, TBMM’nin kilitlenmesi, ekonomik buhran ve diğerleri... Türkiye tarihine bir balyoz gibi inen sürecin kilometre taşları.
Türkiye’nin siyasi ve sosyal hayatını yeniden dizayn eden 12 Eylül süreci öncesindeki çalkantılar, askeri müdahalenin ardından yerini mutlak baskının hakim olduğu bir atmosfere bıraktı. Darbenin ardından 650 bin kişi göz altına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişinin cezası infaz edildi. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 171 kişinin gözaltında işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Üç gazeteci silahlı saldırıda öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı, 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi, 14 kişi açlık grevinde öldü.
Kenan Evren, darbenin ardından 1982 yılında yapılan referandumla yedi yıllığına Cumhurbaşkanlığı’na getirildi.
DEVLET TÖRENİ OLACAK MI
DIŞİŞLERİ Bakanlığı Protokol Genel Müdürlüğü eski cumhurbaşkanı olan Evren’in devlet töreni ile defnine ilişkin düğmeye bastı. Bugün bu konuda koordinasyon toplantısı yapılacak. Yargıtay, henüz cezasını onamadığı için eski cumhnhurbaşkanı olan Evren’in devlet töreni ile gömülmesinin önünde hukuki bir engel bulunmuyor. Ancak bu konuda hükümetin siyasi tavrı da belirleyici olacak. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bugün Almanya’ya olan gezisini iptal etmesi beklenmiyor. Dışişleri yetkilileri cenaze ve defin için Evren’in ailesiyle görüşecek aksi yönde vasiyeti olmaması ve ailesinin karşı çıkmaması durumunda Evren’in devlet mezarlığına defnedilmesi bekleniyor. Evren’in en yakınındaki isimlerden Ali Baransel, Hürriyet’in sorusu üzerine devlet töreni konusunda Evren’in sağlığında kendileriyle herhangi bir görüş paylaşmadığını belirterek, “Bu konudaki kararı aile üyeleri verecektir” dedi. Yasa gereği, Ankara’da düzenlenecek ulusal cenaze törenine Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Tören Taburu ve askeri bandosu katılırken, cenaze de top arabası üzerinde taşınıyor.
(hürriyet.com.tr)
12 Eylül askeri darbesinin lideri, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde (GATA) dün 98 yaşında yaşamını yitirdi. Öğle saatlerinde, yaşlılığa bağlı çoklu organ yetmezliği nedeniyle sağlık durumu ciddileşince yoğun bakıma alınarak solunum cihazına bağlanan Evren kurtarılamadı.
3 YILDIR GATA’DA TEDAVİ GÖRÜYORDU
2012’den beri GATA’da tedavi göre Evren’in sağlık durumunda son günlerde yaşlılığa bağlı ciddi sorunlar yaşadığı belirtilirken, durumunun ağırlaşması üzerine aile üyelerinin hastaneye çağırıldı.
Evren, ölümünden önce hakkında açılan darbe davası nedeniyle güç günler geçirdi. Liderliğini yaptığı 12 Eylül darbesi nedeniyle, darbenin kendisiyle birlikte hayatta kalan bir diğer üyesi Tahsin Şahinkaya ile birlikte yargılandığı davada ömür boyu hapse mahkûm edildi. Temyiz edilen davanın Yargıtay incelemesi sürüyor. Evren, Şahinkaya ile birlikte davaya tedavi gördüğü hastaneden görüntülü konferans yöntemiyle katılmıştı.
27 Mayıs Darbesi’ni komşusundan öğrendi
18 Haziran 2014’te, yargılandıkları 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Davası’nda TCK’nın “Devlet kuvvetleri aleyhine cürümler” başlıklı 146. maddesi uyarınca müebbet cezasına mahkum edilen 12 Eylül Darbesi’nin mimarı Kenan Evren, dün hayatını kaybetti. Her ne kadar, Genelkurmay’ın internet sitesinde “Doğum yeri Alaşehir, doğum tarihi 1918” yazıyorsa da Kenan Evren, Manisa’nın Kula ilçesinde, 17 Temmuz 1917 tarihinde, bir “Kadir Gecesi” doğduğuna inandı. Nitekim 15 gün boyunca kulağına “Kadir” ismi fısıldandı. Ama ağabeyi Ragıp, “Kadir” ismini sevmiyordu. O yüzden ismi, kayıtlara Kenan olarak geçti. Bu bilgilere de kişisel çabasıyla yıllar sonra ulaştı.
7’YE İNANIRDI
Doğumuyla “Yedi” rakamı arasında bir ilişki olduğunu, hayatının “Yedi” rakamı etrafında şekillendiğini düşünürdü. “1917 senesinin 7’nci ayı ve Ramazan ayının 27’nci gecesi olan Kadir Gecesi, Kula’da dünyaya geldim” derken “Yedi” rakamının hayatındaki önemini vurguluyordu. Bu inancını, anılarını yazdığı kitapta “İşte 7 rakamının kronolojik tablosu” başlığı altında açıklıyordu: “Askeri liseye giriş yaşım: 17; Evlenme tarihim: 27 Mayıs 1944; Evlenme yaşım: 27; 17. Genelkurmay Başkanı; 7. Cumhurbaşkanı; 12 Eylül Harekatı’nın Cumhuriyet’in 57. yılında gerçekleşmesi” ve liste devam eder. Biz de bir hatırlatma yapalım: “Yedi” sembolizmin de kutsal saydığı bir rakamdır!
HELVACI ÇIRAĞI AHMET KENAN
Dördüncü sınıfın yaz tatilini, babasının isteğiyle bir kunduracının yanında geçirecekti ki, başarısızlığı nedeniyle çıraklığı kısa sürdü. Ardından bir helvacının yanına girdi. O dönemi yıllar sonra “Az da olsa tahin helvası, şeker ve lokum yapmayı öğrenmiştim. Okumamış olsaydım şekerci olabilirdim” sözleriyle andı. Sapanla kuş vurmayı, özellikle serçe avlamayı seven bir çocukluğu vardı. Ancak, bir gün serçe yerine vurduğu kumrunun kendisinde yarattığı “Acıma hissi” nedeniyle bu sevdasından vazgeçti. Serçelerin yerini, eşek arıları aldı; tahta pervaneler yaparak, çelik çomak oynayarak geçirdi çocukluğunu.
12 Eylül’e nasıl gelindi
Siyasi cinayetler, kanlı 1 Mayıs, Çorum ve Maraş olayları, TBMM’nin kilitlenmesi, ekonomik buhran ve diğerleri... Türkiye tarihine bir balyoz gibi inen sürecin kilometre taşları.
Türkiye’nin siyasi ve sosyal hayatını yeniden dizayn eden 12 Eylül süreci öncesindeki çalkantılar, askeri müdahalenin ardından yerini mutlak baskının hakim olduğu bir atmosfere bıraktı. Darbenin ardından 650 bin kişi göz altına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişinin cezası infaz edildi. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti. 171 kişinin gözaltında işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Üç gazeteci silahlı saldırıda öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı, 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi, 14 kişi açlık grevinde öldü.
Kenan Evren, darbenin ardından 1982 yılında yapılan referandumla yedi yıllığına Cumhurbaşkanlığı’na getirildi.
DEVLET TÖRENİ OLACAK MI
DIŞİŞLERİ Bakanlığı Protokol Genel Müdürlüğü eski cumhurbaşkanı olan Evren’in devlet töreni ile defnine ilişkin düğmeye bastı. Bugün bu konuda koordinasyon toplantısı yapılacak. Yargıtay, henüz cezasını onamadığı için eski cumhnhurbaşkanı olan Evren’in devlet töreni ile gömülmesinin önünde hukuki bir engel bulunmuyor. Ancak bu konuda hükümetin siyasi tavrı da belirleyici olacak. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bugün Almanya’ya olan gezisini iptal etmesi beklenmiyor. Dışişleri yetkilileri cenaze ve defin için Evren’in ailesiyle görüşecek aksi yönde vasiyeti olmaması ve ailesinin karşı çıkmaması durumunda Evren’in devlet mezarlığına defnedilmesi bekleniyor. Evren’in en yakınındaki isimlerden Ali Baransel, Hürriyet’in sorusu üzerine devlet töreni konusunda Evren’in sağlığında kendileriyle herhangi bir görüş paylaşmadığını belirterek, “Bu konudaki kararı aile üyeleri verecektir” dedi. Yasa gereği, Ankara’da düzenlenecek ulusal cenaze törenine Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Tören Taburu ve askeri bandosu katılırken, cenaze de top arabası üzerinde taşınıyor.
(hürriyet.com.tr)
9 Mayıs 2015 Cumartesi
Babaları farklı ama onlar ikiz!
ABD'de ikiz bebeklerin babalarının farklı olduğu bir mahkeme sayesinde ortaya çıktı. Olay, ülkede şaşkınlık yarattı.
ABD 'nin New Jersey eyaletinde son derece sıra dışı bir velayet davası yaşandı. İkiz bebeklerden birinin kendisine ait olmadığını söyleyen bir adam, DNA testi sayesinde iddiasını kanıtladı. Hakim, adamın ikiz çocuklardan sadece biri için nafaka ödemesi yönünde karar verdi.
Sabah 'ta yer alan habere göre, ismi A.S. olarak açıklanan adam ve T.M.'nin 2013'ün ocak ayında ikiz çocukları oldu. Fakat çift ayrıldıktan sonra T.M. yetkililere başvurarak eşinin çocuklar için kendisine yardımda bulunması kararını aldırttı. Çocuklar 19 aylıkken bu kez A.S. mahkemeye başvurdu ve ikizlerden sadece birinin kendisinden olduğunu öne sürdü. Hakimin isteği üzerine yapılan DNA testinde babanın iddiası doğru çıktı.
HAFTADA 28 DOLAR ÖDEYECEK
T.M. eşiyle ilişki yaşadığı dönemde bir başka bir adamla daha ilişkisi olduğunu ve aynı hafta içinde ikizlerden diğerinin babasıyla da cinsel ilişki yaşadığını açıkladı. Bu nadir görülen olayın açıklığa kavuşmasının ardından hakim adamın eski eşine sadece bir çocuk için para yardımında bulunması gerektiğine hükmetti. A.S. eski eşine haftada 28 dolar ödeme yapacak.
13 BİNDE BİR OLASILIK
Mahkemede olayın New Jersey tarihinde bir ilk olduğu belirtildi. ABD'li uzmanlar ikizlerin konu olduğu velayet davalarında, çocukların farklı babalardan olma oranının 13 binde bir olduğunu söylüyor. İkinci bebeğin babasının kimliği, davayla ilgisi olmadığı gerekçesiyle açıklanmadı.
ABD 'nin New Jersey eyaletinde son derece sıra dışı bir velayet davası yaşandı. İkiz bebeklerden birinin kendisine ait olmadığını söyleyen bir adam, DNA testi sayesinde iddiasını kanıtladı. Hakim, adamın ikiz çocuklardan sadece biri için nafaka ödemesi yönünde karar verdi.
Sabah 'ta yer alan habere göre, ismi A.S. olarak açıklanan adam ve T.M.'nin 2013'ün ocak ayında ikiz çocukları oldu. Fakat çift ayrıldıktan sonra T.M. yetkililere başvurarak eşinin çocuklar için kendisine yardımda bulunması kararını aldırttı. Çocuklar 19 aylıkken bu kez A.S. mahkemeye başvurdu ve ikizlerden sadece birinin kendisinden olduğunu öne sürdü. Hakimin isteği üzerine yapılan DNA testinde babanın iddiası doğru çıktı.
HAFTADA 28 DOLAR ÖDEYECEK
T.M. eşiyle ilişki yaşadığı dönemde bir başka bir adamla daha ilişkisi olduğunu ve aynı hafta içinde ikizlerden diğerinin babasıyla da cinsel ilişki yaşadığını açıkladı. Bu nadir görülen olayın açıklığa kavuşmasının ardından hakim adamın eski eşine sadece bir çocuk için para yardımında bulunması gerektiğine hükmetti. A.S. eski eşine haftada 28 dolar ödeme yapacak.
13 BİNDE BİR OLASILIK
Mahkemede olayın New Jersey tarihinde bir ilk olduğu belirtildi. ABD'li uzmanlar ikizlerin konu olduğu velayet davalarında, çocukların farklı babalardan olma oranının 13 binde bir olduğunu söylüyor. İkinci bebeğin babasının kimliği, davayla ilgisi olmadığı gerekçesiyle açıklanmadı.
Ermenekli annenin en acı Anneler Günü...
Ermenek'teki maden kazası sırasında, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleriyle tüm Türkiye'yi duygulandıran Ayşe Gökçe, oğlu Tezcan Gökçe'den ayrı ilk Anneler Günü'ne buruk hazırlanıyor.
"Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü" diyen Ayşe Nine, "Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" sözleriyle gözyaşı döktü.
Ermenek'teki maden kazası sırasında, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleriyle tüm Türkiye'yi duygulandıran Ayşe Gökçe, oğlu Tezcan Gökçe'den ayrı ilk Anneler Günü'ne buruk hazırlanıyor. "Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü" diyen Ayşe Nine, "Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" sözleriyle gözyaşı döktü.
Ermenek'teki kömür ocağında, 28 Ekim 2014'te meydana gelen maden kazasında hayatını kaybeden 18 işçiden Tezcan Gökçe'nin 76 yaşındaki annesi Ayşe Gökçe, oğlunun yokluğuna alışmaya çalışıyor.
Kazanın meydana geldiği günlerde, işçileri arama çalışmaları sürdüğü esnada, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleri ve cenaze törenindeki ağıtları ile herkesi gözyaşlarına boğan Ayşe Nine, oğlu Tezcan için hala ağlıyor.
Hissettiği çaresizlik nedeniyle elinden ağlamaktan başka hiçbir şeyin gelmediğini söyleyen Gökçe, evinin penceresinden 'sanki oğlu gelecekmiş gibi' sürekli yola baktığını dile getirerek, "Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü. Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" dedi.
Gecesinin gündüzünün gözyaşlarıyla geçtiğini anlatan Ayşe Nine, bir anne için evlat acısı yaşamanın çok zor olduğunu vurguladı.
"Bir ana, iki kuzusunu bir günde kaybederse nasıl olur?"
Saadet Haznedar (65) ise madendeki kazada oğulları Kerim (30) ve Ali Haznedar'ı (34) kaybetmenin acısını ilk günkü gibi yaşıyor. Haznedar, geçen yılki Anneler Günü'ne kadar oğullarının kendisini mutlaka çeşitli hediyelerle ziyaret ettiğini, bu Anneler Günü'nde ilk kez bu duyguyu yaşayamayacak olmanın derin üzüntüsünü duyduğunu söyledi.
Hayatları yoklukla, zorluklarla geçse de bugüne kadar kimseye muhtaç olmadan yaşadıklarını anlatan Saadet Haznedar, şöyle devam etti:
"Bir örtünün altında 6 çocuk yatırdım. Keşke böyle olmasaydı, çadırın altında yaşasaydık da evlatlarım yanımda olsaydı. Anneler Günü ve bayramlar gelmesin istiyorum. Bir ana, iki kuzusunu bir günde kaybederse nasıl olur? Pencereden, işçilerin madene gittiğini gördüğümde, gözüm evlatlarımı arıyor. Evlat acısı çok zormuş. 10 çocuğum vardı. Ancak, insanın 10 da 20 de evladı olsa hepsinin yeri ayrı. Oğullarımın mezarına gittiğimde, 'sizi göresim geldi' diyerek ağlıyorum. Devlet yetkililerine teşekkür ediyorum. Onlar olmasa oğullarımın bir mezarı bile olmayacaktı. Tek isteğim onların 'şehit' sayılması."
Haznedar, oğullarının kabrini ziyareti esnasında da "Anneler Günü'nde siz benim yanıma gelirdiniz, bugün ben sizin yanınıza geldim çift kuzum" diyerek ağıt yaktı. (medyafaresi.com.tr)
"Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü" diyen Ayşe Nine, "Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" sözleriyle gözyaşı döktü.
Ermenek'teki maden kazası sırasında, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleriyle tüm Türkiye'yi duygulandıran Ayşe Gökçe, oğlu Tezcan Gökçe'den ayrı ilk Anneler Günü'ne buruk hazırlanıyor. "Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü" diyen Ayşe Nine, "Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" sözleriyle gözyaşı döktü.
Ermenek'teki kömür ocağında, 28 Ekim 2014'te meydana gelen maden kazasında hayatını kaybeden 18 işçiden Tezcan Gökçe'nin 76 yaşındaki annesi Ayşe Gökçe, oğlunun yokluğuna alışmaya çalışıyor.
Kazanın meydana geldiği günlerde, işçileri arama çalışmaları sürdüğü esnada, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleri ve cenaze törenindeki ağıtları ile herkesi gözyaşlarına boğan Ayşe Nine, oğlu Tezcan için hala ağlıyor.
Hissettiği çaresizlik nedeniyle elinden ağlamaktan başka hiçbir şeyin gelmediğini söyleyen Gökçe, evinin penceresinden 'sanki oğlu gelecekmiş gibi' sürekli yola baktığını dile getirerek, "Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü. Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" dedi.
Gecesinin gündüzünün gözyaşlarıyla geçtiğini anlatan Ayşe Nine, bir anne için evlat acısı yaşamanın çok zor olduğunu vurguladı.
"Bir ana, iki kuzusunu bir günde kaybederse nasıl olur?"
Saadet Haznedar (65) ise madendeki kazada oğulları Kerim (30) ve Ali Haznedar'ı (34) kaybetmenin acısını ilk günkü gibi yaşıyor. Haznedar, geçen yılki Anneler Günü'ne kadar oğullarının kendisini mutlaka çeşitli hediyelerle ziyaret ettiğini, bu Anneler Günü'nde ilk kez bu duyguyu yaşayamayacak olmanın derin üzüntüsünü duyduğunu söyledi.
Hayatları yoklukla, zorluklarla geçse de bugüne kadar kimseye muhtaç olmadan yaşadıklarını anlatan Saadet Haznedar, şöyle devam etti:
"Bir örtünün altında 6 çocuk yatırdım. Keşke böyle olmasaydı, çadırın altında yaşasaydık da evlatlarım yanımda olsaydı. Anneler Günü ve bayramlar gelmesin istiyorum. Bir ana, iki kuzusunu bir günde kaybederse nasıl olur? Pencereden, işçilerin madene gittiğini gördüğümde, gözüm evlatlarımı arıyor. Evlat acısı çok zormuş. 10 çocuğum vardı. Ancak, insanın 10 da 20 de evladı olsa hepsinin yeri ayrı. Oğullarımın mezarına gittiğimde, 'sizi göresim geldi' diyerek ağlıyorum. Devlet yetkililerine teşekkür ediyorum. Onlar olmasa oğullarımın bir mezarı bile olmayacaktı. Tek isteğim onların 'şehit' sayılması."
Haznedar, oğullarının kabrini ziyareti esnasında da "Anneler Günü'nde siz benim yanıma gelirdiniz, bugün ben sizin yanınıza geldim çift kuzum" diyerek ağıt yaktı. (medyafaresi.com.tr)
Kenan Evren'in sağlık durumu kritik
Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde (GATA) tedavi gören 98 yaşındaki 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in ailesi, yakınları ve avukatları hastaneye çağrıldı. Kenan Evren'in sağlık durumunun kötü olduğu ve solunum cihazına bağlı olduğu öğrenildi.
8 Mayıs 2015 Cuma
AKP'den önce bir tek Tuğçe Kazaz müslümandı
Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, Recep Tayyip Erdoğan'ın Kur'an ile miting yapmasını farklı bir dille eleştirdi. İşte Özdil'in bugünkü yazısı...
Tayyip Erdoğan’ın miting kürsülerine Kur’an-ı Kerim’le çıkmasına niye itiraz ediliyor, anlamak mümkün değil... Halbuki ne güzel işte, hepimizi müslüman yapacak.
*
Biliyorsunuz, Akp’den önce bu memlekette müslümanlık yoktu.
Hepimiz patates dinindendik.
Bi tek Tuğçe Kazaz müslümandı.
*
Cami yoktu.
Ahıra gider, ineğe tapardık.
*
Hacca gitmek yasaktı... Rahmetli dedem mesela, Rio’ya karnavala gidiyorum ayaklarıyla evden çıkmış, vaziyeti çaktırmamak için, dönüşte Medine uçağından samba yaparak inmişti.
*
Kadınların hiçbiri başörtüsü takmıyordu. Yemeni, tülbent, yazma gibi ecnebi kavramlar yoktu. Akp’den önce ahalimiz sokakta bikiniyle dolaşıyordu. Çarşıya pazara tek parça mayoyla gidenler “yobaz herhalde” diye yadırganırdı.
*
Çocuklarımıza Ludwig, Alfredo, Clara gibi isimler verirdik, öyle Mehmet’tir Ali’dir Ayşe’dir filan, yoktu. Ezan mezan bilinmezdi, duyulmuş şey değildi, bebeklerimizin kulağına arya okurduk.
*
Sünnet olmazdık... Ben kendi payıma, anca geçen sene, Ümraniye belediyesinin toplu sünnet şöleninde kestirdim.
*
Kurban bayramlarında boğa güreşine giderdik, ramazanlarda noel baba’nın elini öperdik, kandillerde balkabağının içine mum yakıp, cadılar bayramını kutlardık, annelerimiz aşure yapmazdı, amarettolu tiramisu yapılırdı, mübarek üç aylar dediğin, aralıkta yılbaşı, şubatta sevgililer günü, evlenince balayı’ydı.
*
İmam hatip liseleri kapalıydı.
İlla din adamı olmak isteyen, Heybeliada ruhban okuluna gidiyordu. Türgev yurtları açılmamıştı, zavallı çocuklarımız manastırlarda barınıyordu. Teog sınavına girenler, zorla Aya Nikola kilisesine kaydediliyordu.
*
Hamdolsun ki Akp geldi.
*
Fena mı oldu?
Tek tük cinci-üfürükçü vardı ama...
Hiç bu kadar din tüccarımız yoktu!
Tayyip Erdoğan’ın miting kürsülerine Kur’an-ı Kerim’le çıkmasına niye itiraz ediliyor, anlamak mümkün değil... Halbuki ne güzel işte, hepimizi müslüman yapacak.
*
Biliyorsunuz, Akp’den önce bu memlekette müslümanlık yoktu.
Hepimiz patates dinindendik.
Bi tek Tuğçe Kazaz müslümandı.
*
Cami yoktu.
Ahıra gider, ineğe tapardık.
*
Hacca gitmek yasaktı... Rahmetli dedem mesela, Rio’ya karnavala gidiyorum ayaklarıyla evden çıkmış, vaziyeti çaktırmamak için, dönüşte Medine uçağından samba yaparak inmişti.
*
Kadınların hiçbiri başörtüsü takmıyordu. Yemeni, tülbent, yazma gibi ecnebi kavramlar yoktu. Akp’den önce ahalimiz sokakta bikiniyle dolaşıyordu. Çarşıya pazara tek parça mayoyla gidenler “yobaz herhalde” diye yadırganırdı.
*
Çocuklarımıza Ludwig, Alfredo, Clara gibi isimler verirdik, öyle Mehmet’tir Ali’dir Ayşe’dir filan, yoktu. Ezan mezan bilinmezdi, duyulmuş şey değildi, bebeklerimizin kulağına arya okurduk.
*
Sünnet olmazdık... Ben kendi payıma, anca geçen sene, Ümraniye belediyesinin toplu sünnet şöleninde kestirdim.
*
Kurban bayramlarında boğa güreşine giderdik, ramazanlarda noel baba’nın elini öperdik, kandillerde balkabağının içine mum yakıp, cadılar bayramını kutlardık, annelerimiz aşure yapmazdı, amarettolu tiramisu yapılırdı, mübarek üç aylar dediğin, aralıkta yılbaşı, şubatta sevgililer günü, evlenince balayı’ydı.
*
İmam hatip liseleri kapalıydı.
İlla din adamı olmak isteyen, Heybeliada ruhban okuluna gidiyordu. Türgev yurtları açılmamıştı, zavallı çocuklarımız manastırlarda barınıyordu. Teog sınavına girenler, zorla Aya Nikola kilisesine kaydediliyordu.
*
Hamdolsun ki Akp geldi.
*
Fena mı oldu?
Tek tük cinci-üfürükçü vardı ama...
Hiç bu kadar din tüccarımız yoktu!
Sekse para ödemek artık suç!
Kuzey İrlanda'da para vererek seks işçileriyle birlikte olmak 1 Haziran'dan itibaren yasa dışı olacak.
Amaç seks işçilerini suçlu konumuna düşürmeden müşterileri yani "seks satın alanları" caydırmak...
Benzer bir yasa daha önce İsveç ve Norveç'te uygulamaya sokulmuştu.
Yasağı savunanlar, aynı yasanın İngiltere'de de uygulamaya konulmasını istiyor.
Amaç seks işçilerini suçlu konumuna düşürmeden müşterileri yani "seks satın alanları" caydırmak...
Benzer bir yasa daha önce İsveç ve Norveç'te uygulamaya sokulmuştu.
Yasağı savunanlar, aynı yasanın İngiltere'de de uygulamaya konulmasını istiyor.
7 Mayıs 2015 Perşembe
Oktay Vural: Cumhurbaşkanı olacaksan ol
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, 9 Mayıs Cumartesi günü MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin İzmir mitingini yapacağı gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da İzmir'de toplu açılış töreni yapacak olmasına sert tepki gösterdi. Vural, “Kendi partilerinin genel başkanlarını bile sıfırlayan bu zihniyete karşı İzmirliler'i, 'Otur oturduğun yerde, cumhurbaşkanı olacaksan ol' demeye davet ediyoruz. Ortada bir hükümet ve başbakan olmadığı açık ve net. Cumhurbaşkanı bir başkası için oy isteyecek noktaya geldiyse Davutoğlu taşeron bir başbakanlık yapıyor demektir" dedi.
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, partisinin İl Başkanlığı'nda düzenlediği basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın görevini yapmadığını, Ak Parti'nin paralel mitinglerini organize ettiğini ileri sürerek, "Bugün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 9 Mayıs'ta İzmir'de miting yapacağı 21 Nisan'da yapılmış bir başvuru ile kesinleşmişti. Ancak cumhurbaşkanının korsan, paralel miting kararı aldığı görülüyor. Anketler AKP oylarının giderek düştüğünü MHP'nin giderek yükseldiğini gösteriyor.
Anlaşılan o ki AKP'yi, MHP korkusu sarmıştır. Korkunun ecele faydası yoktur. Cumhurbaşkanı görevini yapmaktan ziyade AKP'nin paralel mitinglerini düzenleme organizatörlüğünü yapıyor. Bir cumhurbaşkanı milletine muhalefet yapmaz. Milletine muhalefet yapan bir cumhurbaşkanı cumhurun sıfatı olma hakkını kaybetmiş demektir. 16 Türk devletinin forsuyla cumhurbaşkanlığı makamını kullanmak suretiyle muhalefete karşı operasyon yapıyor. Bu millet iradesini ayaklar altına almaktır" diye konuştu.
"BURASI TAYYİBAN CUMHURİYETİ DEĞİL"
Vural, ilçe milli eğitim müdürlerinin velileri ve öğrencileri Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın mitingine çağırdığını, katılacakların AK Parti ilçe teşkilatları ile irtibata geçmelerinin istendiğini öne sürerek, şöyle konuştu: “Cumhurbaşkanı toplu açılışlar için İzmir'de yazılı pankartlar açıyorlar. Kim davet ediyor? Yüreğiniz varsa açıklayın. Toplu açılış bahanesiyle bir miting düzenlediğini ortaya koyuyor. Davet sahibi kim? Düzenleyen kim? Biz Gündoğdu Meydanı'nın MHP mitingi için tahsisini istedik ve aldık. Başbakan, Bakanlar Kurulu nerededir? Göstermelik toplu açılış adı altında korsan miting düzenleniyor.
Seçimin adil bir şekilde tecelli etmesini engelleyecek şekilde Cumhurbaşkanı miting düzenliyor. İlçe milli eğitim müdürlükleri, velileri öğretmenleri bu açılışa çağırıyor, AKP ilçe teşkilatları ile irtibata geçmelerini istiyor. Bu nasıl bir rezalettir? Hukuk, anayasa tanımayan bir cumhurbaşkanı olduğu gibi bir parti devleti sıfatıyla parti mitingini devletin organize ettiği bu noktada hukuk devleti arıyoruz. Burası parti devleti değil. Tayyiban cumhuriyeti değil."
“İZMİR SİZDEN NE GÖRDÜ Kİ"
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın toplu açılış yapmasını da eleştirerek, AK Parti'nin 100 veren İzmir'e ancak 3 yatırım yaptığını ileri sürdü. Vural şunları söyledi:
“Gündoğdu Meydanı'na gelecek vatandaşlarımızın yolunu, cumhurbaşkanının yapacağı toplu açılış nedeniyle kapatırsanız, engellerseniz, ey vali ey emniyet müdürü, haddinizi bileceksiniz. Biz devletimizle devletin kurumlarıyla rekabet değil millete hizmet için seçim çalışması yapıyoruz. Hukuka aykırı davranan kim varsa 7 Haziran'da hesap sorulacağı açık ve nettir.
Mitinge gelişimizi çıkışımızı engellemek, karmaşa oluşturmak adına bir komplo peşindeyseniz sizi uyarıyorum. Neyin açılışını yapacaksınız? Neyi açacaksınız? İzmir sizden ne gördü ki? İzmir 100 verdi siz 3 yatırım yaptınız. Kamu kurumları aracılığıyla velilere öğrencilere baskı yapılması kamu kurumlarını talimatla miting alanına çağırması, muhalefet lideri gibi milletin bir kısmını hedef alan bir miting yapması hukuka bağlı İzmirliler'i, AKP'ye oy verenleri de rencide edeceği açık ve nettir."
"SEN MHP'YE DÜŞMAN MISIN?"
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, seçime cumhurbaşkanı ile değil AK Parti ile girildiğini dile getirerek, şöyle konuştu: “Atatürk Stadı'nda toplu açılış için aynı günün seçilmesinin amacı televizyonları işgal etmektir. Her gün televizyonlar, AKP'nin cumhurbaşkanı başkanlığında yaptığı korsan açılışları veriyor. Biz AKP ile seçime giriyoruz, cumhurbaşkanı ile seçime girmiyoruz. Meydan savaşlarında İzmir'e meydan okuyarak İzmir'in huzurunu bozmak, seçim güvenliliğini ortadan kaldırmak, haksız rekabet oluşturmak doğru değil. Sen MHP'ye düşman mısın?
Milletin bir kısmını karşına alarak nasıl miting düzenlersin. Milletimiz İzmir Marşı'yla neleri söyleyeceğini gayet iyi biliyor. İzmirli Gündoğdu'da haykıracak, cumhurbaşkanı da dinleyecek. Genel başkanımız 'Türk milleti', 'Türkiye Cumhuriyeti' diyecek, inancımızın istismar edilmesine, PKK ile müzakereye 'hayır' diyecek. İzmir haykıracak. Senin valin, Diyarbakır'ı Kürdistan'ın başkenti gösteren valine karşı, başkent Ankara'dır diyecek. Madem öyle işte böyle."
"OTUR OTURDUĞUN YERDE"
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun kimsenin ciddiye almadığın öne süren Oktay Vural, “Davutoğlu'nu kimse ciddiye almıyor. Kendi seçmeni bile. Saray vesayetini kırıp vatandaşla buluşmayı bile beceremiyor. İzin vermiyor. Sarayın izni olmadan cümle kuramıyor. Kendi partilerinin genel başkanlarını bile sıfırlayan bu zihniyete karşı İzmirliler'i, 'Otur oturduğun yerde, cumhurbaşkanı olacaksan ol' demeye davet ediyoruz. Ortada bir hükümet ve başbakan olmadığı açık ve net. Cumhurbaşkanı bir başkası için oy isteyecek noktaya geldiyse Davutoğlu taşeron bir başbakanlık yapıyor demektir" dedi. (Kaynak:Hürriyet)
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, partisinin İl Başkanlığı'nda düzenlediği basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın görevini yapmadığını, Ak Parti'nin paralel mitinglerini organize ettiğini ileri sürerek, "Bugün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 9 Mayıs'ta İzmir'de miting yapacağı 21 Nisan'da yapılmış bir başvuru ile kesinleşmişti. Ancak cumhurbaşkanının korsan, paralel miting kararı aldığı görülüyor. Anketler AKP oylarının giderek düştüğünü MHP'nin giderek yükseldiğini gösteriyor.
Anlaşılan o ki AKP'yi, MHP korkusu sarmıştır. Korkunun ecele faydası yoktur. Cumhurbaşkanı görevini yapmaktan ziyade AKP'nin paralel mitinglerini düzenleme organizatörlüğünü yapıyor. Bir cumhurbaşkanı milletine muhalefet yapmaz. Milletine muhalefet yapan bir cumhurbaşkanı cumhurun sıfatı olma hakkını kaybetmiş demektir. 16 Türk devletinin forsuyla cumhurbaşkanlığı makamını kullanmak suretiyle muhalefete karşı operasyon yapıyor. Bu millet iradesini ayaklar altına almaktır" diye konuştu.
"BURASI TAYYİBAN CUMHURİYETİ DEĞİL"
Vural, ilçe milli eğitim müdürlerinin velileri ve öğrencileri Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın mitingine çağırdığını, katılacakların AK Parti ilçe teşkilatları ile irtibata geçmelerinin istendiğini öne sürerek, şöyle konuştu: “Cumhurbaşkanı toplu açılışlar için İzmir'de yazılı pankartlar açıyorlar. Kim davet ediyor? Yüreğiniz varsa açıklayın. Toplu açılış bahanesiyle bir miting düzenlediğini ortaya koyuyor. Davet sahibi kim? Düzenleyen kim? Biz Gündoğdu Meydanı'nın MHP mitingi için tahsisini istedik ve aldık. Başbakan, Bakanlar Kurulu nerededir? Göstermelik toplu açılış adı altında korsan miting düzenleniyor.
Seçimin adil bir şekilde tecelli etmesini engelleyecek şekilde Cumhurbaşkanı miting düzenliyor. İlçe milli eğitim müdürlükleri, velileri öğretmenleri bu açılışa çağırıyor, AKP ilçe teşkilatları ile irtibata geçmelerini istiyor. Bu nasıl bir rezalettir? Hukuk, anayasa tanımayan bir cumhurbaşkanı olduğu gibi bir parti devleti sıfatıyla parti mitingini devletin organize ettiği bu noktada hukuk devleti arıyoruz. Burası parti devleti değil. Tayyiban cumhuriyeti değil."
“İZMİR SİZDEN NE GÖRDÜ Kİ"
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın toplu açılış yapmasını da eleştirerek, AK Parti'nin 100 veren İzmir'e ancak 3 yatırım yaptığını ileri sürdü. Vural şunları söyledi:
“Gündoğdu Meydanı'na gelecek vatandaşlarımızın yolunu, cumhurbaşkanının yapacağı toplu açılış nedeniyle kapatırsanız, engellerseniz, ey vali ey emniyet müdürü, haddinizi bileceksiniz. Biz devletimizle devletin kurumlarıyla rekabet değil millete hizmet için seçim çalışması yapıyoruz. Hukuka aykırı davranan kim varsa 7 Haziran'da hesap sorulacağı açık ve nettir.
Mitinge gelişimizi çıkışımızı engellemek, karmaşa oluşturmak adına bir komplo peşindeyseniz sizi uyarıyorum. Neyin açılışını yapacaksınız? Neyi açacaksınız? İzmir sizden ne gördü ki? İzmir 100 verdi siz 3 yatırım yaptınız. Kamu kurumları aracılığıyla velilere öğrencilere baskı yapılması kamu kurumlarını talimatla miting alanına çağırması, muhalefet lideri gibi milletin bir kısmını hedef alan bir miting yapması hukuka bağlı İzmirliler'i, AKP'ye oy verenleri de rencide edeceği açık ve nettir."
"SEN MHP'YE DÜŞMAN MISIN?"
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, seçime cumhurbaşkanı ile değil AK Parti ile girildiğini dile getirerek, şöyle konuştu: “Atatürk Stadı'nda toplu açılış için aynı günün seçilmesinin amacı televizyonları işgal etmektir. Her gün televizyonlar, AKP'nin cumhurbaşkanı başkanlığında yaptığı korsan açılışları veriyor. Biz AKP ile seçime giriyoruz, cumhurbaşkanı ile seçime girmiyoruz. Meydan savaşlarında İzmir'e meydan okuyarak İzmir'in huzurunu bozmak, seçim güvenliliğini ortadan kaldırmak, haksız rekabet oluşturmak doğru değil. Sen MHP'ye düşman mısın?
Milletin bir kısmını karşına alarak nasıl miting düzenlersin. Milletimiz İzmir Marşı'yla neleri söyleyeceğini gayet iyi biliyor. İzmirli Gündoğdu'da haykıracak, cumhurbaşkanı da dinleyecek. Genel başkanımız 'Türk milleti', 'Türkiye Cumhuriyeti' diyecek, inancımızın istismar edilmesine, PKK ile müzakereye 'hayır' diyecek. İzmir haykıracak. Senin valin, Diyarbakır'ı Kürdistan'ın başkenti gösteren valine karşı, başkent Ankara'dır diyecek. Madem öyle işte böyle."
"OTUR OTURDUĞUN YERDE"
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun kimsenin ciddiye almadığın öne süren Oktay Vural, “Davutoğlu'nu kimse ciddiye almıyor. Kendi seçmeni bile. Saray vesayetini kırıp vatandaşla buluşmayı bile beceremiyor. İzin vermiyor. Sarayın izni olmadan cümle kuramıyor. Kendi partilerinin genel başkanlarını bile sıfırlayan bu zihniyete karşı İzmirliler'i, 'Otur oturduğun yerde, cumhurbaşkanı olacaksan ol' demeye davet ediyoruz. Ortada bir hükümet ve başbakan olmadığı açık ve net. Cumhurbaşkanı bir başkası için oy isteyecek noktaya geldiyse Davutoğlu taşeron bir başbakanlık yapıyor demektir" dedi. (Kaynak:Hürriyet)
Cumhurbaşkanı Erdoğan: Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ATO Congresium'da düzenlenen TİKA toplu açılış törenine katıldı. Erdoğan konuşmasında Rumelihisarı'nda inşa edilen mescitle ilgili ''Bir ödül töreninde sanatçı olduğu iddia edilen birileri "Biz buraya mescit yaptırmayız" diyor. Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz. Orası zaten ibadet mekanı'' dedi. Erdoğan'ın tepki gösterdiği isimse Defne Halman... Halman, Sadri Alışık Ödül Töreni'nde "Rumelihisarı sahnesine mescit yapmak isteyenlere izin vermeyelim. Hep beraber sesimiz çok yüksek çıkıyor. Beraber direnelim" demişti.
İşte Erdoğan burada yaptığı konuşmadan satır başları:
Bugün TİKA’nın amblemi beş kıtada insanların umudu olmuş durumda. 3 kıta yedi iklimi kapsayan bir anlayışla mücadele ediyoruz. Bizde kuru slogan, istismar olmadı. Türk milliyetçiliği adına Orta Asya’yı ağızlarından düşürmeyenler acaba bizim bugün yol açılışını yaptığımız Bilge Tonyukuk anıtına gitmişler midir.
BİZİM TÖREMİZDE VAR MI?
Bugüne kadar Suriye’den gelen misafirlerimiz için harcadığımız meblağ 5, 6 milyar doları buldu. Şimdi buna bile göz dikenler bizim suçlamak için seçim malzemesi haline dönüştürenler var. Allah aşkına bizim töremizde misafire kapı kapatmak var mıdır. Bizim töremizde eldeki imkanı mağdurdan esirgemek var mıdır.
Dünyada bu değerleri yaşamayanlar bu yola tevessül edebilir. Ancak biz bunu yaşatmak durumundayız. Atalarımız 500 yıl önce İspanya’dan kaçan Yahudilere kapılarını açmıştır. Bugün de aynısını yapıyoruz yarın da yapacağız.
MİLLETİMİZ İZİN VERMEZ
Bu insanlar vatandaşlarımızın özbe öz akrabalarıdır. Bugün Suriye ve Irak’tan gelen misafirleri geri göndermek isteyenler Milli Şeflerinin izinden gitmek istiyor olabilirler ama bizim necip milletimiz buna asla izin vermez.
Batı ne yaparsa yapsın biz ne yaptığımızdan sorumluyuz. Maalesef ülkemizde hala ecdadından hala utanan onların mirasını ihya edenlere karşı çıkan bir anlayış var. Bazı köşe yazarları var ecdad eserlerine sahip çıkanları eleştiriyor. Onlar köksüz çünkü onların cibilliyeti bozuk.
Ecdadımız yaptırdığı her güzel eserde olduğu gibi Rumelihisarı’ndan da bir mescit inşa etmiş. Ben belediye başkanlığı dönemimde bunu yapmak istedim. Yargıyla boğuşarak bunu inşa edemedim. Fatih tarafından yaptırılan bu boğazkesen mescidi depremler sonrasında yıkılıyor ancak minaresi kalıyor. İyi ki de kalıyor.
"KİMİN BAĞINDAN KİMİ KOVUYORSUNUZ"
Caminin yıkıntılarının bulunduğu yer daha sonra konser alanına dönüştürüyor. Sonunda bir STK desteğiyle İBB tarafından aslına uygun hale getirilmeye başlandı. Yapanlardan Allah razı olsun. Ama bakıyoruz bir ödül töreninde sanatçı olduğu iddia edilen birileri "Biz buraya mescit yaptırmayız" diyor. Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz. Orası zaten ibadet mekanı.
Geçmişine sahip çıkmayanın geleceği olmaz. Buna kimse engel olamayacak. Buna diyanete saldırırken Vatikan’ın ülkemiz aleyhine çalışmalarına ses çıkarmayanlar da engel olamayacak.
ERDOĞAN'IN TEPKİ GÖSTERDİĞİ O İSİM DEFNE HALMAN
Sadri Alışık Ödül Töreni'nde 'yılın en iyi kadın sanatçısı' ödülünü vermek üzere sahneye davet edilen Defne Halman, Rumelihisarı'ndaki mescidin yapılmaması için sanatçıların harekete geçmesi çağrısında bulunmuştu. Defne Halman konuşmasında "Rumelihisarı sahnesine mescit yapmak isteyenlere izin vermeyelim. Hep beraber sesimiz çok yüksek çıkıyor. Beraber direnelim" demişti.
RUMELİHİSARI'NDAKİ MESCİDİ İNŞA ETMEK TARİHE SAHİP ÇIKMAKTIR
Kudüs’teki Kubbetüs Sahranın hilalini beşinci kez Türkiye olarak biz yeniledik. Habeş Kralı Necani’ni mezarıyla oradaki sahabelerinin türbelerine biz sahip çıktık.
Gazi Mustafa Kemal’in babasının doğup yaşadığı evi yeniden inşa ettik. Gazi Mustafa Kemal’in okuduğu Askeri İdadi’nin restorasyonunu yaptık.
Rumelihisarı'na Boğazkesen mescidini inşa etmek tarihe sahip çıkmaktır. Ona karşı çıkmak ise bizim parçalanmamız yutulmamızdır.
İSRAİL'DE BÜYÜKELÇİMİZ YOK DOĞRU
Ana muhalefet partisinin lideri bazı ülkelerde büyükelçimiz yok diyor. İsrail’de büyükelçimiz yok doğru. Hani şu Filistin’e saldıran İsrail. Yani buraya bir tavır koymayacak mıyız.
Diğeri Suriye. 350 bine yakın insanı katleden bir zalimin ülkesi.
Bir diğeri Mısır. Seçimle iş başına gelmiş hükümeti darbeyle indiren bir ülke.
Bu kadar ciddiyetsiz, kendi tarihine kendi coğrafyasına yabancı bir bakış açısı olabilir mi.
Filistin’in değil, İsrail’in, Suriye halkının değil zalimin yanında durmayı dış politika sanıyor.
Libya’da olup bitenden hiç haberi olmadığı o kadar belli ki.
''KABE ARAP'IN OLSUN TAKSİM BİZE YETER'' DİYORLAR
8 yıllık eğitim faciasını diriltme sözü vereceğine bu milletin tarihi için ne yapacaksın onu söyle. Ana muhalefetle bölücü örgütün güdümündeki parti el ele vermiş inanç hassasiyetlerini tahrik ederek seçimde sonuç almanın gayretindeler.
Bakın ne diyor; Taksim bizim Kabemiz… Kabe Arap’ın olsun Taksim bize yeter diyorlar.
Benim dindar Kürt kardeşlerim inanıyorum ki bu yaklaşıma gereken dersi verecektir. Bizim kutsallarımıza saldıranları ayakta tutmayacaklardır.
Bakın İtalya koalisyonu yasaklayan yasa çıkardı. Bunların vaadi ise koalisyon.
DEFNE HALMAN KİMDİR?
ABD'nin New York şehrinde doğdu. Birleşmiş Milletler Uluslararası Okulu'nda, Juilliard Bale Okulu'nda ve pek çok ünlü Amerikalı oyuncuyu yetiştirmiş olan Professional Children's School'da eğitim gördü. Daha sonra Türkiye'ye yerleşti ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nın tiyatro bölümüne yazıldı.
Mezun olduktan sonra pek çok tiyatro oyunu ve sinema filminde rol aldı, çeşitli televizyon programlarında ve İstanbul Film Festivali'nin ödül törenlerinde sunuculuk yaptı. Aç Sınıfının Laneti oyunundaki rolüyle Avni Dilligil Tiyatro Ödülü'nü ve Kültür Bakanlığı Özel Ödülü'nü kazandı. 1990'ların başında New York'a dönen Halman, Broadway dışı tiyatrolarda oyunculuk kariyerine devam etmekte ve babası Talat Halman ile beraber çeşitli kültürel programlara katılmaktadır. Bir kız çocuğu annesidir.
FİLMOGRAFİ
Hayatboyu : Aslı Özge - 2012
New York'da Beş Minare : Mahsun Kırmızıgül - 2010
Merhaba New York : İsmail Güneş - 2002
İkinci Bahar : Türkan Derya - 1999
Asiye Nasıl Kurtulur? : Atıf Yılmaz - 1986
Kırlangıç Fırtınası : Attila Candemir - 1985
Kuyucaklı Yusuf : Feyzi Tuna - 1985
Fidan : Erdoğan Tokatlı - 1984
İşte Erdoğan burada yaptığı konuşmadan satır başları:
Bugün TİKA’nın amblemi beş kıtada insanların umudu olmuş durumda. 3 kıta yedi iklimi kapsayan bir anlayışla mücadele ediyoruz. Bizde kuru slogan, istismar olmadı. Türk milliyetçiliği adına Orta Asya’yı ağızlarından düşürmeyenler acaba bizim bugün yol açılışını yaptığımız Bilge Tonyukuk anıtına gitmişler midir.
BİZİM TÖREMİZDE VAR MI?
Bugüne kadar Suriye’den gelen misafirlerimiz için harcadığımız meblağ 5, 6 milyar doları buldu. Şimdi buna bile göz dikenler bizim suçlamak için seçim malzemesi haline dönüştürenler var. Allah aşkına bizim töremizde misafire kapı kapatmak var mıdır. Bizim töremizde eldeki imkanı mağdurdan esirgemek var mıdır.
Dünyada bu değerleri yaşamayanlar bu yola tevessül edebilir. Ancak biz bunu yaşatmak durumundayız. Atalarımız 500 yıl önce İspanya’dan kaçan Yahudilere kapılarını açmıştır. Bugün de aynısını yapıyoruz yarın da yapacağız.
MİLLETİMİZ İZİN VERMEZ
Bu insanlar vatandaşlarımızın özbe öz akrabalarıdır. Bugün Suriye ve Irak’tan gelen misafirleri geri göndermek isteyenler Milli Şeflerinin izinden gitmek istiyor olabilirler ama bizim necip milletimiz buna asla izin vermez.
Batı ne yaparsa yapsın biz ne yaptığımızdan sorumluyuz. Maalesef ülkemizde hala ecdadından hala utanan onların mirasını ihya edenlere karşı çıkan bir anlayış var. Bazı köşe yazarları var ecdad eserlerine sahip çıkanları eleştiriyor. Onlar köksüz çünkü onların cibilliyeti bozuk.
Ecdadımız yaptırdığı her güzel eserde olduğu gibi Rumelihisarı’ndan da bir mescit inşa etmiş. Ben belediye başkanlığı dönemimde bunu yapmak istedim. Yargıyla boğuşarak bunu inşa edemedim. Fatih tarafından yaptırılan bu boğazkesen mescidi depremler sonrasında yıkılıyor ancak minaresi kalıyor. İyi ki de kalıyor.
"KİMİN BAĞINDAN KİMİ KOVUYORSUNUZ"
Caminin yıkıntılarının bulunduğu yer daha sonra konser alanına dönüştürüyor. Sonunda bir STK desteğiyle İBB tarafından aslına uygun hale getirilmeye başlandı. Yapanlardan Allah razı olsun. Ama bakıyoruz bir ödül töreninde sanatçı olduğu iddia edilen birileri "Biz buraya mescit yaptırmayız" diyor. Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz. Orası zaten ibadet mekanı.
Geçmişine sahip çıkmayanın geleceği olmaz. Buna kimse engel olamayacak. Buna diyanete saldırırken Vatikan’ın ülkemiz aleyhine çalışmalarına ses çıkarmayanlar da engel olamayacak.
ERDOĞAN'IN TEPKİ GÖSTERDİĞİ O İSİM DEFNE HALMAN
Sadri Alışık Ödül Töreni'nde 'yılın en iyi kadın sanatçısı' ödülünü vermek üzere sahneye davet edilen Defne Halman, Rumelihisarı'ndaki mescidin yapılmaması için sanatçıların harekete geçmesi çağrısında bulunmuştu. Defne Halman konuşmasında "Rumelihisarı sahnesine mescit yapmak isteyenlere izin vermeyelim. Hep beraber sesimiz çok yüksek çıkıyor. Beraber direnelim" demişti.
RUMELİHİSARI'NDAKİ MESCİDİ İNŞA ETMEK TARİHE SAHİP ÇIKMAKTIR
Kudüs’teki Kubbetüs Sahranın hilalini beşinci kez Türkiye olarak biz yeniledik. Habeş Kralı Necani’ni mezarıyla oradaki sahabelerinin türbelerine biz sahip çıktık.
Gazi Mustafa Kemal’in babasının doğup yaşadığı evi yeniden inşa ettik. Gazi Mustafa Kemal’in okuduğu Askeri İdadi’nin restorasyonunu yaptık.
Rumelihisarı'na Boğazkesen mescidini inşa etmek tarihe sahip çıkmaktır. Ona karşı çıkmak ise bizim parçalanmamız yutulmamızdır.
İSRAİL'DE BÜYÜKELÇİMİZ YOK DOĞRU
Ana muhalefet partisinin lideri bazı ülkelerde büyükelçimiz yok diyor. İsrail’de büyükelçimiz yok doğru. Hani şu Filistin’e saldıran İsrail. Yani buraya bir tavır koymayacak mıyız.
Diğeri Suriye. 350 bine yakın insanı katleden bir zalimin ülkesi.
Bir diğeri Mısır. Seçimle iş başına gelmiş hükümeti darbeyle indiren bir ülke.
Bu kadar ciddiyetsiz, kendi tarihine kendi coğrafyasına yabancı bir bakış açısı olabilir mi.
Filistin’in değil, İsrail’in, Suriye halkının değil zalimin yanında durmayı dış politika sanıyor.
Libya’da olup bitenden hiç haberi olmadığı o kadar belli ki.
''KABE ARAP'IN OLSUN TAKSİM BİZE YETER'' DİYORLAR
8 yıllık eğitim faciasını diriltme sözü vereceğine bu milletin tarihi için ne yapacaksın onu söyle. Ana muhalefetle bölücü örgütün güdümündeki parti el ele vermiş inanç hassasiyetlerini tahrik ederek seçimde sonuç almanın gayretindeler.
Bakın ne diyor; Taksim bizim Kabemiz… Kabe Arap’ın olsun Taksim bize yeter diyorlar.
Benim dindar Kürt kardeşlerim inanıyorum ki bu yaklaşıma gereken dersi verecektir. Bizim kutsallarımıza saldıranları ayakta tutmayacaklardır.
Bakın İtalya koalisyonu yasaklayan yasa çıkardı. Bunların vaadi ise koalisyon.
DEFNE HALMAN KİMDİR?
ABD'nin New York şehrinde doğdu. Birleşmiş Milletler Uluslararası Okulu'nda, Juilliard Bale Okulu'nda ve pek çok ünlü Amerikalı oyuncuyu yetiştirmiş olan Professional Children's School'da eğitim gördü. Daha sonra Türkiye'ye yerleşti ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nın tiyatro bölümüne yazıldı.
Mezun olduktan sonra pek çok tiyatro oyunu ve sinema filminde rol aldı, çeşitli televizyon programlarında ve İstanbul Film Festivali'nin ödül törenlerinde sunuculuk yaptı. Aç Sınıfının Laneti oyunundaki rolüyle Avni Dilligil Tiyatro Ödülü'nü ve Kültür Bakanlığı Özel Ödülü'nü kazandı. 1990'ların başında New York'a dönen Halman, Broadway dışı tiyatrolarda oyunculuk kariyerine devam etmekte ve babası Talat Halman ile beraber çeşitli kültürel programlara katılmaktadır. Bir kız çocuğu annesidir.
FİLMOGRAFİ
Hayatboyu : Aslı Özge - 2012
New York'da Beş Minare : Mahsun Kırmızıgül - 2010
Merhaba New York : İsmail Güneş - 2002
İkinci Bahar : Türkan Derya - 1999
Asiye Nasıl Kurtulur? : Atıf Yılmaz - 1986
Kırlangıç Fırtınası : Attila Candemir - 1985
Kuyucaklı Yusuf : Feyzi Tuna - 1985
Fidan : Erdoğan Tokatlı - 1984
(kaybak:hürriyet.com.tr)
6 Mayıs 2015 Çarşamba
Kedi öldüren üniversiteliye 3 yıl hapis
Eskişehir’de sahiplendiği kediyi evinde bıçakladıktan sonra kafasını dolu su damacanasıyla ezerek öldürdüğü ileri sürülen ve görüntüleri sosyal paylaşım sitesinde yayınlanan üniversite öğrencisi 21 yaşındaki Mustafa Can Aksoy, 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Vicdanına dayanarak cezayı verdiğini belirten mahkeme hakimi Orhan Küçükfidancı, cezada indim yapmadı ve ertelemedi.
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü hazırlık sınıfı öğrencisi Mustafa Can Aksoy, Eskişehir’deki ’Cafe De Kedi’ adlı işyerinden aldığı ’İletki’ adlı kediyi geçici olarak sahiplendi. Kediyi, geçen yıl Şubat ayında kaldığı öğrenci evinde işkence yaparak öldürdüğü öne sürülen Mustafa Can Aksoy hakkında, Eskişehir 4’üncü Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.
Kendisine ait olmayan hayvanı öldürdüğü gerekçesiyle ’Mala zarar verme’ suçundan 4 aydan 3 yıla kadar hapsi istenen Mustafa Can Aksoy’ın yargılanmasına devam edildi. Bugünkü duruşmaya tutuksuz sanık Mustafa Can Aksoy ile sanıktan şikayetçi olan Cafe De Kedi işletmecileri Didem Erşan Üstündağ ve Duygu Kurt katıldı.
’SÜREKLİ HAYVAN ÖLDÜREN BİR İNSAN DEĞİLİM’
Sanık Mustafa Can Aksoy duruşmada eski beyanlarını tekrar ettiğini belirterek, "Suçumu kabul ettim. Olaydan dolayı pişmanım. Sürekli hayvan öldüren bir insan değilim. Evimde halen kedi ve köpek besliyorum. Böyle bir insan olsaydım bunlara bakmazdım. Benim psikolojik rahatsızlığım yoktur. Cezamın ertelenmesini talep ediyorum" dedi.
HAKİM VİCDANINA DAYANARAK KARAR VERDİ
Mahkeme sanık Mustafa Can Aksoy’u ’Haklı bir neden olmaksızın sahipli hayvanı öldürme’ suçundan 3 yıl hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme hakimi Orhan Küçükfidancı, vicdanına dayanarak kararı verdiğini belirtti. Küçükfidancı, sanığın pişmanlığını samimi bulmayarak cezada indirime gitmedi ve cezayı ertelemedi.
Kararın açıklamasının ardından duruşmaya katılan hayvanseverler ve avukatları duygulu anlar yaşadı. Duruşma sonrasında birbirlerine sarılarak gözyaşı döken hayvanseverler verilen 3 yıl hapis kararı ile hayvanların artık bundan sonra ’Mal’ olarak görülmeyeceğini söyledi.
’VİCDANLARDA ASLA AFFEDİLMEYECEK’
Adliye önünde basın açıklaması yapan öldürülen kedinin sahiplerinin avukatı ve aynı zamanda Eskişehir Barosu Hayvan Hakları Komisyon Başkanı olan Buket Ünlü Hatip, sanığın aldığı cezanın mevcut yasalar dahilinde yetersiz ve caydırıcılıktan uzak olduğunu savundu. Avukat Hatip, "Ancak unutulmamalıdır ki, masum bir kediyi öldüren Can Aksoy vicdan ve merhamet sahibi bireylerin gözünde ve yüreğinde asla affedilmeyecektir" dedi.
KARAR, HAYVANSEVERLERİ MUTLU ETTİ
Hayvanlara Adalet Platformu Sözcüsü Avukat Mustafa Çakı da davanın asla basit bir mala zarar verme davası olmadığını belirterek şöyle konuştu:
"Burada mahkemenin cezayı tayin ederken göstereceği hassasiyet, tüm hayvanların sadece ekonomik bir değer olması sebebiyle değil, salt olarak canlı olmaları nedeniyle hukuk düzenince koruma altına alındığını göstereceği için anlamlı ve önemliydi. Bu kararla kanun koyucunun yargıya verdiği takdir yetkisinin, bu defa fail lehine işletilmediğini görmenin mutluluğunu yaşıyoruz."
Kedinin sahiplerinden ve aynı zamanda Eskişehir Hayvanları Koruma Derneği Başkanı olan Duygu Kurt da mahkemeden böyle bir karar beklemediklerini belirterek, bundan sonra hayvanların birer mal olarak görülmemesi açısından kararın emsal teşkil edeceğini söyledi.
ARKA KAPIDAN ÇIKARILDI
Sanık Mustafa Can Aksoy duruşma sonrasında yakınlarıyla birlikte polislerin aldığı güvenlik önlemleri altında adliyenin arka kapısından dışarı çıkartıldı. Aksoy’un yakınları kararı temyize göndereceklerini belirtti.
Kemal ATLAN/ESKİŞEHİR, (DHA)
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü hazırlık sınıfı öğrencisi Mustafa Can Aksoy, Eskişehir’deki ’Cafe De Kedi’ adlı işyerinden aldığı ’İletki’ adlı kediyi geçici olarak sahiplendi. Kediyi, geçen yıl Şubat ayında kaldığı öğrenci evinde işkence yaparak öldürdüğü öne sürülen Mustafa Can Aksoy hakkında, Eskişehir 4’üncü Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.
Kendisine ait olmayan hayvanı öldürdüğü gerekçesiyle ’Mala zarar verme’ suçundan 4 aydan 3 yıla kadar hapsi istenen Mustafa Can Aksoy’ın yargılanmasına devam edildi. Bugünkü duruşmaya tutuksuz sanık Mustafa Can Aksoy ile sanıktan şikayetçi olan Cafe De Kedi işletmecileri Didem Erşan Üstündağ ve Duygu Kurt katıldı.
’SÜREKLİ HAYVAN ÖLDÜREN BİR İNSAN DEĞİLİM’
Sanık Mustafa Can Aksoy duruşmada eski beyanlarını tekrar ettiğini belirterek, "Suçumu kabul ettim. Olaydan dolayı pişmanım. Sürekli hayvan öldüren bir insan değilim. Evimde halen kedi ve köpek besliyorum. Böyle bir insan olsaydım bunlara bakmazdım. Benim psikolojik rahatsızlığım yoktur. Cezamın ertelenmesini talep ediyorum" dedi.
HAKİM VİCDANINA DAYANARAK KARAR VERDİ
Mahkeme sanık Mustafa Can Aksoy’u ’Haklı bir neden olmaksızın sahipli hayvanı öldürme’ suçundan 3 yıl hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme hakimi Orhan Küçükfidancı, vicdanına dayanarak kararı verdiğini belirtti. Küçükfidancı, sanığın pişmanlığını samimi bulmayarak cezada indirime gitmedi ve cezayı ertelemedi.
Kararın açıklamasının ardından duruşmaya katılan hayvanseverler ve avukatları duygulu anlar yaşadı. Duruşma sonrasında birbirlerine sarılarak gözyaşı döken hayvanseverler verilen 3 yıl hapis kararı ile hayvanların artık bundan sonra ’Mal’ olarak görülmeyeceğini söyledi.
’VİCDANLARDA ASLA AFFEDİLMEYECEK’
Adliye önünde basın açıklaması yapan öldürülen kedinin sahiplerinin avukatı ve aynı zamanda Eskişehir Barosu Hayvan Hakları Komisyon Başkanı olan Buket Ünlü Hatip, sanığın aldığı cezanın mevcut yasalar dahilinde yetersiz ve caydırıcılıktan uzak olduğunu savundu. Avukat Hatip, "Ancak unutulmamalıdır ki, masum bir kediyi öldüren Can Aksoy vicdan ve merhamet sahibi bireylerin gözünde ve yüreğinde asla affedilmeyecektir" dedi.
KARAR, HAYVANSEVERLERİ MUTLU ETTİ
Hayvanlara Adalet Platformu Sözcüsü Avukat Mustafa Çakı da davanın asla basit bir mala zarar verme davası olmadığını belirterek şöyle konuştu:
"Burada mahkemenin cezayı tayin ederken göstereceği hassasiyet, tüm hayvanların sadece ekonomik bir değer olması sebebiyle değil, salt olarak canlı olmaları nedeniyle hukuk düzenince koruma altına alındığını göstereceği için anlamlı ve önemliydi. Bu kararla kanun koyucunun yargıya verdiği takdir yetkisinin, bu defa fail lehine işletilmediğini görmenin mutluluğunu yaşıyoruz."
Kedinin sahiplerinden ve aynı zamanda Eskişehir Hayvanları Koruma Derneği Başkanı olan Duygu Kurt da mahkemeden böyle bir karar beklemediklerini belirterek, bundan sonra hayvanların birer mal olarak görülmemesi açısından kararın emsal teşkil edeceğini söyledi.
ARKA KAPIDAN ÇIKARILDI
Sanık Mustafa Can Aksoy duruşma sonrasında yakınlarıyla birlikte polislerin aldığı güvenlik önlemleri altında adliyenin arka kapısından dışarı çıkartıldı. Aksoy’un yakınları kararı temyize göndereceklerini belirtti.
Kemal ATLAN/ESKİŞEHİR, (DHA)
Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildikleri saatte anıldı
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idamlarının 43’üncü yıldönümünde Bursa’daki isimlerinin verildiği Üç Fidan Parkı’nda idam edildikleri saatte anıldı.
Hürriyet'in haberine göre; 68 kuşağının gençlik liderlerinden olan ve yargılandıkları sıkıyönetim mahkemesince çarptırıldıkları idam cezası 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde infaz edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan için anma töreni düzenlendi.
Nilüfer Belediyesi, Nilüfer Kent Konseyi ve 68’liler Birliği Vakfı üyeleri, Gezmiş, İnan ve Aslan’ın idam saati olan 05.30’da, 3 dakikalık saygı duruşunda bulundu. 68’liler Birliği Vakfı Bursa Temsilcisi Betül Kuyucu, anma töreninde Adnan Yücel’in ’Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek’ şiirini okudu. Ardından anmaya katılanlar ellerindeki karanfilleri Üç Fidan Anıtı’na bıraktı.
Burada konuşan Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, "Mücadelelerinden dolayı kimseye zarar vermemiş Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i anıyoruz. Onlar Türkiye’nin tam bağımsızlığı için mücadele eden üç fidandı. Bu gençler bağımsızlığın ve barışın sembolüdür, kimseye ateş açmadılar, kimseyi öldürmediler onlar sadece beyinlerinde Türkiye’nin tam bağımsızlık mücadelesini nasıl yürütürüz diye düşünüyorlardı" dedi.
Kılıçdaroğlu : Yiğit devrimcileri saygıyla anıyorum
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ı idamının 43'üncü yılı dolayısıyla bir mesaj yayımladı.
Kılıçdaroğlu mesajında, "Tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye özlemcisi, ilkeli, kararlı, yiğit devrimcileri selamlıyor, Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i sevgiyle, saygıyla anıyorum" ifadelerine yer verdi.
Bahçeli ilk mitingini Çankırı'da yaptı "Saraydaki titresin"
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partisinin Çankırı mitinginde konuştu. Bahçeli Çankırı’da 2015 genel seçimleri için ilk mitingini yapmış oldu.
İşte Bahçeli’nin konuşmasından satır başları:
Yalan söylediler utanmadılar. Sarayda altın varaklı bardaklardan kana kana içtiler. Pahalı tabaklarda tıka basa yediler. Misafirliğin dibini boyladılar. Çankırı’nın servetini hortumladılar. Bir yanda hazineyi boşalttılar, diğer yanda bana mısın demediler. 17-25 Aralık’ta suçüstü yakalandılar ama darbe dediler. Görevini yapan hakim savcı ve polislere saldırdılar, görevden aldılar, sürgüne ve cezaevine yolladılar. İşler sarpa sarınca, maske düşünce kirli çamaşırlar birer birer dökülünce 12 yıl bir ve beraber olduklarını paralel ilan ettiler. Eğer paralel örgüt varsa bunun sorumlusu AKP’dir. Rüşvet ve yolsuzluk furyası çıkmasaydı paraleli hatırlayan olmayacaktı. Havuzcular deşifre edilmeseydi paralel diye kimse fişlenmeyecekti.
Erdoğan ve doğuştan talihli evladının telefonda haram serveti eritme diyalogları duyulmasaydı paralel imal edilmeyecekti. Montaj derken yüzleri hiç kızarmadı. AKP tarihin en büyük yolsuzluk suçunu işlemiştir. Çalınan sizlerin emeğidir. Çalınan soyulan milli servet Çankırılıların rızkıdır. Soruyorum sizlere, saraydaki tir tir titresin. Serok Ahmet kaçacak delik arasın.
400 milletvekili isteyip, 4 yüzsüz, 4 vicdansız, 4 rüşvetçi eski bakanı görmezden mi gelelim? AKP’ye destek veren kardeşim gel bu harama ortak olma. CHP’ye ve diğer partilere oy vermiş kardeşim gel bu kez Türkiye’nin yanında dur. Hırsıza karşı bizimle yürü Çankırı.
17-25 Erdoğan’a icazetli başbakanlık yapan Davutoğlu’na karşı bizimle yürü. Toplumsal onarım için bizimle yürü Çankırı. Vatan ve millet ağır ve ağrılı operasyon geçirmektedir. Geleceğimiz kundaklanmaktadır. Kardeşliğimiz kurcalanmaktadır. Milletimiz kutuplaştırılmaktadır. Kimliğimiz kırpılmaktadır. Umutlarımız karartılmaktadır ve önümüz kapatılmaktadır. Sorumlu ve suçlu AKP’dir. Çıbanın başı, kaçak ve karanlık saraydadır. Erdoğan başkanlık sistemini kabullendirmek için var gücüyle uğraşmaktadır. Erdoğan alenen Türkiye’nin karşısına geçmiştir. Anayasal düzeni yıkmaya azmetmiştir.
Erdoğan, ben milletin tarafındayım, ama gönlümde de bir parti var sözleriyle tükenmişliğini ört bas etmenin çabasındadır. Bu sözüyle bile AKP'ye işaret etmektedir.
Davutoğlu, bana oy vermeyin başkanlığa oy verin mi diyecektir? Hangi ülkede bir başbakan çıkıp da farklı bir sistem için oy istemiştir? (hürriyet.com.tr)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)