10 Mayıs 2015 Pazar

İşte Evren'in yargılandığı 12 Eylül iddianamesinin tam metni

Ankara Adliyesi 10. Ağır Ceza Mahmekesi'nde görülen 12 Eylül Davası'nda karar 18 Haziran 2014 tarihinde çıkmıştı.

Kararda, Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral Kenan Evren ile eski Hava Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında müebbet hapis cezası verilmişti. Ayrıca Evren ve Şahinkaya'nın askeri rütbelerin de sökülmesine karar verilmişti.

Evren ve Şahinkaya'nın 21 Aralık 1979'da dönemin Başbakanı'na verdikleri muhtırayla Anayasa'yı ve TBMM'yi ortadan kaldırmaya ve görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçunu işledikleri, 12 Eylül 1980'de de cebren Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı tağyir, tebdil veya ilgaya ve bu kanun ile teşekkül eden TBMM'yi ıskat ve cebren men suçunu işledikleri gerekçesiyle eylemlerine uyan 765 sayılı TCK'nın 146/1. maddesi gereğince "ağırlaştırılmış müebbet" hapis cezasına çarptırılmıştı.

Mahkeme, sanıklar hakkında, zincirleme suç maddesinin uygulanmasına yer olmadığına karar vererek, sanıkların duruşmadaki tavır ve hareketleri ile dosya kapsamı ele alınarak, takdiri indirimle bu cezanın "müebbet hapse" çevrildiğini kaydetmişti.

12 Eylül iddianamesinin tam metni

İddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren  ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya sanık  olarak yer alıyor.

İddianamede, Evren ve Şahinkaya'nın, 765 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun  “Devlet Kuvvetleri Aleyhinde Cürümler”e ilişkin 146. maddesi ile 80. maddesi uyarınca “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına” çarptırılmaları isteniyor.

12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya  Bir Kısmını Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş  Olan Türkiye Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına  Engel Olmaya Cebren Teşebbüs Etmek” suçunu işledikleri kaydediliyor.

Özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen, Cumhuriyet  Savcısı Kemal Çetin'in hazırladığı iddianamenin Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesince  saat 10.40 itibarıyla kabul edildiğini bildirdi.

Mahkemenin sanıklar hakkındaki adli kontrol talebini henüz karara  bağlamadığını belirten Görüşen, duruşma gününün de tensiple birlikte  belirleneceğini kaydetti.

İddianamede, 1 numaralı sanık 11 Ekim 1925 doğumlu Ali Tahsin Şahinkaya,  2 numaralı sanık ise 1 Ocak 1918 doğumlu Ahmet Kenan Evren olarak yer aldı.

Sanıkların, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Tamamını veya Bir Kısmını  Değiştirmeye veya Ortadan Kaldırmaya ve Anayasa İle Teşekkül Etmiş Olan Türkiye  Büyük Millet Meclisini Ortadan Kaldırmaya veya Görevini Yapmasına Engel Olmaya  Cebren Teşebbüs Etmek” suçlarını işledikleri ifade edilen iddianamede, 2 Ocak  1980 ile 12 Eylül 1980-6 Aralık 1983 arası suç tarihi olarak gösterildi.

Suç yerinin Ankara olduğu belirtilen iddianamede, sanıkların,  ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmaları isteniyor.
       
DELİLLER
       
İddianamede, “deliller” ise şöyle sıralandı:

“İddianame, müşteki beyanları, Mehmet Demir adlı kişinin gönderdiği 1  adet DVD, TBMM Kanunlar ve Kararlar Başkanlığının 29 Kasım 2011, Başbakanlık  Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğünün 27 Aralık 2011 tarihli yazıları ve  ekleri, Kahramanmaraş Eski Belediye Başkanı Ahmet Uncu ve Çorum eski Valisi tanık  Rafet Üçelli'nin ifade tutakları, Aksiyon Dergisinin 770. sayısı, 201552 sayılı  1980 tarihli 'Bayrak Harekat Direktifi' başlıklı 21 sayfadan ibaret 'Çok Gizli'  ibareli belge, Adana Cumhuriyet Başsavcılığınca Kenan Evren hakkında Cumhuriyet  Savcısı Sacit Kayasu tarafından hazırlanan iddianame, sanıkların avukatlarınca  verilen savunma dilekçesi, TBMM Genel Sekreterliği Kanunlar ve Kararlar Dairesi  Başkanlığı Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğünün 10 Haziran 2011 tarihli 64982 sayılı  ekinde 5 Haziran 1977'de yapılan milletvekili genel seçimlerinde Millet Meclisi  5. Dönem üyeliğine seçilen milletvekillerine ilişkin listenin bulunduğu yazı,  Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünün temin etmiş olduğu 12  Eylül 1980 Askeri darbesi ile ilgili gazeteci yazar Mehmet Ali Birand tarafından  hazırlanan 12 Eylül Belgeselinin bulunduğu 4 adet DVD, Şahinkaya'nın ifade  tutanağı ve ifadeye ilişkin 2 adet mini DVD kaset ve 2 adet DVD, Başbakanlık  Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğünün 1 Haziran 2011 tarihli ve 5897 sayılı  ekinde 13 Kasım 1979'da göreve başlayan Bakanlar Kurulu listesi ile kabinedeki  değişikliklerin yer aldığı Resmi Gazete nüshalarının ilgili bölümleri, Kenan  Evren'in ifade tutanağı ve ifadenin kaydına ilişkin 1 adet DVD, 12 Eylül 1980  tarihli 17103 mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 12 Eylül Askeri  darbesiyle ilgili bildirilere ilişkin Resmi Gazete çıktısı (Ülke yönetimine el  konulduğuna ilişkin ilk bildiri olan 1 numaralı bildiri ile 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8,  9 numaralı bildiriler ve Kenan Evren'in basına açıklamasına ilişkin belge), 16  Ekim 1981 tarihli 17486 mükerrer sayılı, 28 Ekim 1980 tarihli 17145 sayılı, 12  Aralık 1980 tarihli 17188 mükerrer sayılı, 5 Haziran 1981 tarihli 17361 sayılı  Resmi Gazetelerde yer alan 2533 sayılı, 2324 sayılı, 2325 sayılı, 2356 sayılı  kanunlar, Milli Güvenlik Konseyinin 52 sayılı kararı, Türkiye İnsan Hakları Vakfı  tarafından yayınlanan “İşkence Dosyası Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler”  isimli kitap, sabıka ve nüfus kayıtları ve tüm dosya kapsamı.”

12 Eylül askeri darbesi ile ilgili, dönemin  Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren ile Emekli Orgeneral Tahsin  Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, “Güvenlik ve kamu düzeni, devletin  bekası tabii ki önemli ve vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden  bir tehlike yokken bilerek ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası  içerisinde özgürlükleri kısıtlamak ve ortadan kaldırmaktır” denildi.

İddianamede, soruşturmanın, 12 Eylül 2010'da yapılan referandumla  Anayasanın geçici 15. maddesinin kaldırılmasının ardından, Ankara Cumhuriyet  Başsavcılığına ve Türkiye'nin değişik yerlerindeki Cumhuriyet Başsavcılıklarına  verilen şikayet dilekçeleri üzerine başlatıldığı belirtildi.

Müştekilerin, 12 Eylül askeri darbesi ve bu dönemde maruz kaldıklarını  belirtikleri işkence iddialarıyla ilgili suç duyurusunda bulunduğu ifade edilen  iddianamede, şüpheliler Ahmet Kenan Evren, Ali Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer,  Sedat Celasun ve Nurettin Ersin hakkındaki Anayasayı ihlal (askeri darbe)  suçundan yürütülen soruşturmanın tefrik edildiği, iddianamenin de tefrik edilen  soruşturma sonucunda hazırlandığı ifade edildi.

Tartışılan bir takım eksiklikleri olmasına rağmen demokrasinin, en iyi  yönetim biçimi olarak kabul edildiği belirtilen iddianamede, demokrasinin kısa  tarihi anlatılarak, “Demokrasi bugün itibariyle geldiği noktada bütün kıtalara,  insanlığın var olduğu her yere göreceli olarak yayılmıştır. Demokratik olmayan  baskıcı rejimler birer birer yıkılarak demokrasi adına adımlar atılmaktadır. Bu  durum, çoğunlukla halkın baskıları ve ayaklanmaları sonucunda yönetimleri  zorlamasıyla ortaya çıkmaktadır” denildi.

Demokrasinin ve çoğulcu demokrasinin tartışıldığı iddianamede, “çoğulcu  ve çoğunlukçu” demokrasi anlayışı açısından bir değerlendirme yapıldığında, 1924  Anayasasının çoğunlukçu demokrasiyi, 1961 ve 1982 Anayasalarının ise çoğulcu  demokrasi anlayışını hakim kılmak istediğinin anlaşıldığı kaydedildi.
       
ANAYASALAR      

1924 Anayasasında kanunların Anayasaya aykırılığının denetimsiz  bırakıldığı, azınlık haklarının güvencesiz kaldığı savunulan iddianamede, 1961 ve  1982 Anayasalarında kanunların anayasaya aykırılığının denetiminin, Anayasa  Mahkemesine verildiği, bu şekilde azınlığın haklarının güvence altına alındığı  ifade edildi.

İddianamede, 1924 Anayasası demokratik sistemi benimsemiş olmasına ve  Anayasadaki “Egemenlik kayıtsız Milletindir. Türk Milletini ancak Türkiye Büyük  Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız O kullanır”  şeklindeki düzenlemeye rağmen Türkiye'de çok partili seçimlerin ilk kez 1946  yılında yapılabildiği anlatıldı.

1961 Anayasası ile getirilen sistemde, çoğulcu demokrasi rejiminin  benimsenmiş olmasına rağmen, siyaset kurumu ve siyasetçiye güvensizlik ortaya  koyan ve çoğunluk iktidarını bazı bürokratik mekanizmalarla denetlemeyi ve  sınırlamayı amaçlayan vesayetçi düzenlemelerin bulunduğu ileri sürülen  iddianamede, bunlardan birisinin, 1960 askeri darbesini gerçekleştiren Milli  Birlik Komitesinin 13 Aralık 1960'taki başkan ve üyelerinin (23 kişi) ömür boyu,  Cumhuriyet Senatosunun doğal üyesi seçilmesi olduğu kaydedildi.

1961 Anayasasının, bir askeri müdahale ürünü oluşu nedeniyle askeri  otoritenin, sivil otorite karşısındaki konumunu güçlendirecek düzenlemeler  getirdiği savunulan iddianamede, bunlardan en önemlisinin, 1924 Anayasasında  bulunmayan Milli Güvenlik Kurulunun, bir Anayasal organ olarak kurulması olduğu  savunuldu.

1961 Anayasasında, askeri bürokrasinin, sivil otorite karşısındaki  durumunu güçlendiren bir başka düzenlemesinin de 1924 Anayasası döneminde Milli  Savunma Bakanlığına karşı sorumlu olan Genelkurmay Başkanının, Başbakana karşı  sorumlu kılınması olduğu ileri sürülen iddianamede, “Bu dönemde seçilen üç  Cumhurbaşkanının (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk) siyaset dışı ve  asker kökenli oluşu tamamen bir tesadüf eseri olarak değerlendirilemez. Bunlar,  askeri bürokrasinin siyaset üzerinde ne kadar etkili olduğunun bir  göstergesidir” denildi.
       
“HALKA RAĞMEN HALK İÇİN DEMOKRASİ”
       
İddianamede, “Yakın tarihimizde sivil otorite karşısında konumunu  güçlendiren askeri bürokrasi ve askeri bürokrasiyle koalisyon yapan elitler,  yönetim konusunda halkın doğru karar veremeyeceğini, doğru kararı onlar adına  ancak kendilerinin verebilecekleri iddiasıyla, demokrasi adına ilan edilen  meşrutiyetten günümüze kadar halkı yönetime ortak etmeme düşüncesini kararlılıkla  devam ettirmişlerdir. Bu şekilde 'halka rağmen halk için demokrasi' düşüncesi  egemen kılınmıştır” ifadesi kullanıldı.

1961 ve 1982 Anayasasında, egemenlik hakkının millete ve onun temsilcisi  olan TBMM'ye tek başına verilmediği, seçimle işbaşına gelmemiş kişi ve kurumlara  egemenliğin paylaştırıldığı savunulan iddianamede, her iki Anayasa da da  egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle  kullanılacağı ibaresinin bulunduğuna dikkat çekildi.

Bu durumun, mevcut sistemde tam demokrasinin halen  içselleştirilemediğinin, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş  bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesi olduğu iddia  edilen iddianamede, şunlar kaydedildi:

“Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin  veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği  takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde  sürekli sistemde kendilerine bu imkanı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu  ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o  oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.

Demokrasi tarihimize bakıldığında, devletin kutsal ve dokunulmaz kabul  edildiği tarihi geleneğimiz içerisinde devlet toplumdan soyutlanarak, adeta sanal  varlık olarak görülüp güvenlik, kamu düzeni gibi gerekçeler ileri sürülüp  özgürlüklerin ve hakların heba edildiği anlayışlar dayatılmaya devam  edilegelmiştir. Güvenlik ve kamu düzeni, devletin bekası tabii ki önemli ve  vazgeçilmez hususlardır. Yanlış olan, bunlar yönünden bir tehlike yokken bilerek  ya da bilmeyerek sanal bir tehlike paranoyası içerisinde özgürlükleri kısıtlamak  ve ortadan kaldırmaktır.”
       
 “BİREYLERİN ÖZGÜRLÜKLERİ FEDA EDİLMİŞTİR”
       
Demokratik bir devlet anlayışında olması gereken “Devlet toplum  içindir” özdeyişinin tersine çevrilerek “Toplum devlet içindir” anlayışının  hakim kılındığı savunulan iddianamede, “Bireylerin özgürlükleri, en temel ve  vazgeçilmez hakları sanal ve dokunulmaz bir devlet anlayışına feda edilmiştir.  Oysa toplumunun ve bunu oluşturan bireylerin mutluluğunu sağlayamayan devlet ne  kadar güçlü olursa olsun, güvenliği ne kadar yüksek olursa olsun yıkılmaya,  değişmeye mahkum devletlerdir” ifadesi kullanıldı.

İddianamede, Türkiye'de, son yıllarda Avrupa Birliği ile bütünleşme  çabaları yolunda, kişi özgürlüğü ve hakları ile ilgili atılan adımlar ve yapılan  yasal düzenlemelerle sürecin, demokrasinin lehine değişmeye başladığı  kaydedildi.

İdeal bir demokratik rejimde, kendi çıkarlarının ne olduğuna karar  veremeyecek olan istisnai yetişkinler ile çocuklar dışındaki diğer yetişkinlerin  yönetim konusunda, neyin iyi ve çıkarlarına uygun olduğuna kendilerinin karar  vermesi gerektiği ifade edilen iddianamede, “Bir kişiye ya da zümreye süresiz ve  sınırsız yönetme yetkisi verilemez. Ya da bu sonucu doğuracak yasal düzenlemeler  yapılmamalıdır” denildi.

12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak  Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya hakkında hazırlanan iddianamede, 1 Mayıs 1977'de  Taksim'de yaşanan olay, 16 Mart katliamı, bazı kişilere gönderilen bombalı  paketler, Sivas, Kahramanmaraş ve Çorum'daki olaylar, Fatsa operasyonu, Abdi  İpekçi suikastı, MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi gibi  olayların, ülkeyi kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen  güçler tarafından çıkarıldığının anlaşıldığı savunuldu.
12 Eylül askeri darbesine ilişkin iddianamede, “12 Eylül 1980 Askeri  Darbesi Öncesi Meydana Gelen Önemli Terör Olayları” başlığı altında, birçok olay  irdelendi.

İddianamede, 1970'li yıllarda, toplumda güçlü ideolojik akımların yaygın  olarak boy gösterdiği ifade edilerek, toplumda yasal olarak örgütlenen sivil  toplum kuruluşlarının, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok, siyasi ve ideolojik  amaçlarını ön plana çıkardıkları, özellikle bireylere eşit hizmet sunması gereken  devlet memurları arasındaki siyasal ve ideolojik örgütlenmelerin, toplumun  kamplara bölünmesine yol açtığı belirtildi.

Bu anlamda, öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmelerin toplumda  büyük huzursuzluk oluşturduğuna dikkat çekilen iddianamede, şunlar kaydedildi:

 “Sağcı polisler POL-BİR, solcu polisler POL-DER adı altında, sağcı  öğretmenler ÜLKÜ-BİR, solcu öğretmenler TÖB-DER çatısı altında örgütlenmişti.  Diğer meslek gruplarında da benzeri karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşturulmuştu.  Toplumdaki bu ideolojik bölünmelere ek olarak, ülkede yaşanan kronikleşmiş  ekonomik krizin etkisiyle yoksulluk had safhaya ulaşmış, ülke borçlarını  ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelmişti. Ülkede kaos ve kargaşa oluşturarak,  darbeye zemin oluşturmak isteyen güçler, bu ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı  kaçırılmaz bir fırsat olarak değerlendirerek tertipledikleri terör olaylarıyla  ülkeyi adım adım askeri darbeye sürüklemişlerdir.

12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında, halkı  kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanların  kullanılması, olaylarda herkes tarafından görülen asıl faillerin olaylardan sonra  bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirlerine karşı  kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, olaylara ya hiç müdahale  etmeyen ya da geç müdahale eden güçlerin tutum ve davranışları, bazı olaylarda  bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması hususları gözetildiğinde, olayların, ülke  yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından  çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa  sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.”

Türkiye'nin 12 Eylül'e götürüldüğü süreçte yaşanan, toplumu en çok  etkileyen ve askeri darbede gerekçe olarak kullanılan terör olayları irdelenen  iddianamede, bu olaylar ele alınırken, Ali Kuzu'nun “12 Eylül İhtilali ve  Onların Çocukları”, Mehmet Ali Birand, Hikmet Bila ve Rıdvan Akar'ın “12 Eylül  Türkiye'nin Miladı”, Muslih İpekliler'in “Anılarda 12 Eylül”, Türkiye İnsan  Hakları Vakfı'nın “İşkence Dosyası, Gözaltında ya da Cezaevinde Ölenler”, Murat  Belge'nin “12 Yıl Sonra 12 Eylül”, Yaşar Okuyan'ın “12 Eylül'den Anılar,  Mektuplar ve Belgeler, O Yıllar”, Ahmet Ulu'nun “Mamak'ta 30 Gün” adlı  kitaplarından alıntılar yapıldı.
       
OLAYLAR
       
12 Eylül öncesinde, 34 kişinin ölümüyle sonuçlanan 1 Mayıs 1977 olayına  yer verilen iddianamede, olayın oluş şekli, görgü tanıklarının anlatımları, ateş  edenlerin birçok kişi tarafından görülmesine rağmen gerçek suçluların  hiçbirisinin yakalanamaması gözetildiğinde, olayın toplumu kaosa ve iç çatışmaya  sürüklemek, nihai hedef olarak ise askeri darbeye zemin hazırlamak amacıyla  devlet içinde yönetimi ele geçirmek isteyenlerin yönlendirmesi ve kurgulamasıyla  çıkarılmış bir provokasyon olduğu kaydedildi.

İddianamede, 6 Nisan 1978'de Ankara Emek Postanesi'nden evine gönderilen  bombanın patlaması sonucu Adalet Partili Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu  ile gelini ve torununun öldürüldüğü, Fendoğlu'nun solcularca öldürüldüğü  düşüncesiyle halkın ayaklanarak, Aleviler ile solculara karşı saldırılar  gerçekleştirildiği, aynı tarihte, aynı postaneden Adıyaman Emniyet Müdür Muavini  Abdülkadir Aksu'ya da bombalı paket gönderildiği, alıcıya ulaşmadığı gerekçesiyle  iade edilen bombanın, uzman ekiplerce imha edildiği anlatılan iddianamede, 7  Nisan 1978'de de Çankaya Postanesi'nden Kahramanmaraş'ın Pazarcık ilçesinin  CHP'li İlçe Başkanı ve milletvekili adayı Memiş Özdal'a paket içerisinde bomba  yollandığı, Özdal'ın şüphelendiği paketi geri gönderdiği, bomba nedeniyle  postanedeki bir memurun hayatını kaybettiği hatırlatıldı.

İddianamede, “3 adet bombanın, aynı ilden bir gün arayla farklı siyasi  görüşteki kişilere gönderilmesinin, olayın toplumda kaos oluşturmak ve darbeye  zemin hazırlamak isteyen gizli güçler tarafından tertiplendiğini gösterdiği”  savunuldu.
       
16 MART KATLİAMI
       
16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesinden çıkan sol görüşlü öğrencilere  açılan ateş ve atılan bomba sonucu 7 öğrencinin öldüğü, 50'den fazla kişinin  yaralandığı hatırlatılan iddianamede, olaydan uzun süre sonra bombayı atan Zülküf  İsot'un, katliamı ailesine itiraf ettiği, İsot'un, itiraftan kısa süre sonra  kendisi gibi ülkücü olan Latif Aktı tarafından öldürüldüğü belirtildi.

İddianamede, bu olayla ilgili, “Olayda, suçlunun takibine amirleri  tarafından müdahale edildiğini belirten görevli polisin beyanları, yıllar sonra  ortaya çıkan ve yargılanıp ceza alan fail Zülküf İsot'un eylemi polisin kendisine  yaptırdığını belirten beyanları, olayın oluşu, o tarihlerde POL-DER ve POL-BİR  olarak bölünmüş olan polis içerisindeki görevlilerin de kullanılmasıyla toplumda  kaos oluşturmak ve yönetimi ele geçirmek isteyen güçler tarafından çıkarıldığı  anlaşılmaktadır” görüşüne yer verildi.
       
“KAHRAMANMARAŞ OLAYLARI 12 EYLÜL'ÜN NEDENLERİNDEN BİRİ”
       
İddianamede, 1978'te Sivas'ta Alevi ve Sünniler arasında meydana gelen  olaylara yer verilerek, dönemin Devlet Bakanı Enver Akova'nın, “Sivas halkının  olaylara karışmadığı ve aşırı uçların silah aldıkları kaynakların aynı olduğu”  yönünde beyanda bulunduğuna dikkat çekildi.

Bazı güvenlik güçlerinin, Sivas'a dışarıdan toplulukların getirildiğine  ilişkin ifadeleri vurgulanan iddianamede, Sivas'ın, Alevi ve Sünni vatandaşların  birlikte yaşaması nedeniyle provokatif eylemler için uygun olması, olayda  Malatya, Maraş ve Çorum olaylarındakine benzer şekilde Sünnileri Aleviler  aleyhine kışkırtmaya yönelik sloganların atılması gözetildiğinde, “olayın ülkeyi  kaosa sürükleyerek, askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından  çıkarıldığının anlaşıldığı” kaydedildi.

Kahramanmaraş'ta 19-26 Aralık 1978 arasında meydana gelen olayların, 12  Eylül sürecine giden yolda önemli dönüm noktalarından biri olduğu belirtilen  iddianamede, “Kahramanmaraş olayları, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin  nedenlerinden biri olarak görülmektedir” ifadesi kullanıldı.

Olayların ardından 26 Aralık 1978'de 13 ilde sıkıyönetim ilan edildiği  bildirilen iddianamede, “olayın, toplumda kaos oluşturmak ve askeri darbeye  zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, etkin güvenlik  kuvvetlerince de müdahale edilmediği kanaatine varıldığı” görüşü yer aldı.
       
İPEKÇİ SUİKASTI VE ÇORUM OLAYLARI
       
Milliyet gazetesi Başyazarı Abdi İpekçi'nin, 1 Şubat 1979'da Mehmet Ali  Ağca tarafından öldürüldüğü anımsatılan iddianamede, “Ağca'nın, kendisine eylemi  yaptıranları açıklayacağına dair açıklamasından sonra Maltepe Askeri Cezaevi'nden  asker elbisesi giydirilerek kaçırılmasının, ülkenin kaos ve çatışmaya  sürüklenerek yönetilemez hale getirilmesini isteyen güçler tarafından  planlandığını gösterdiği” kaydedildi.

Çorum'da 1980'de meydana gelen olaylarda bir kez daha Alevi ve Sünnilerin  karşı karşıya getirildiği ifade edilen iddianamede, olaylarıyla ilgili şu  değerlendirmede bulunuldu:

 “Çorum olaylarında da yine Kahramanmaraş ve Malatya olaylarındaki gibi  'Cami bombalandı' , 'Sular zehirlendi' gibi söylentilerle Alevi ve Sünni halk  kitlelerinin karşı karşıya getirilmesi, olaya müdahale için gelen Amasya Tugay  Komutanı'nın olaylar yatışmadan birliklerini geri çekmesi, olayı bizzat yaşayan  Adnan Baran'ın polis ve askerin olaylara müdahale etmediği, kendisiyle birlikte  firari sanıkların kentte rahatça gezmelerine izin verildiği, bazı subayların sağ  ve sol gruplara silah ve patlayıcı verdikleri, Alaaddin Camisi'ne bomba  atıldığına ilişkin yalan haberin asılsız olduğunu camide anlatmaya çalışan Kazım  Aras isimli şahsın gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyen kişilerce sopa  darbeleriyle etkisiz hale getirildiğine dair beyanları birlikte  değerlendirildiğinde, olayın ülkede kaos çıkararak yapılacak darbeye zemin  hazırlamak isteyenler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır.”
       
FATSA OPERASYONU
     
Ordu'nun Fatsa ilçesinde, 14 Ekim'de 1979 ara seçimlerinde, “arkasında  Devrimci Yol Örgütü'nün desteği olan, Terzi Fikri adıyla üne kavuşan Fikri  Sönmez'in” belediye başkanı seçildiği hatırlatılan iddianamede, Fatsa'da bu  tarihten sonraki gelişmeler özetlendi.

Bu gelişmelerin ardından Fatsa'ya 8 Temmuz 1980'de Samsun'dan gelen  askeri birliklerle operasyon düzenlendiği belirtilen iddianamede, operasyon  emrini dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'in verdiği, direnişle  karşılaşmayan operasyonlar sonucunda Sönmez ile birlikte 300 kişinin gözaltına  alındığı anlatıldı.

İddianamede, şunlar kaydedildi:

“Devlet içerisinde küçük bir devlet gibi örgütlenen Ordu'nun Fatsa  ilçesine, Genelkurmay Başkanı şüpheli Kenan Evren'in emriyle müdahale edilmişti.  O tarihte sıkıyönetim ilan edilen iller arasında Ordu yoktu. Dolayısıyla TSK,  sıkıyönetim kurulmamış bir bölgedeki olaylara müdahalede bulundu. Oysa şüpheli  Kenan Evren, Kahramanmaraş olaylarına asker olarak neden müdahale edilmediği  sorulduğunda, sıkıyönetim ilan edilmediği için yetkilerinin olmadığını  belirtmiştir. Esasen her gün onlarca insanımızın terör olaylarından öldüğü bir  ortamda, başbakan, hükümet ve diğer siyasi parti liderlerine doğrudan,  Cumhurbaşkanına ise doğrudan olmasa bile dolaylı olarak müdahalede  bulunabileceğine ilişkin uyarı mektubu verebilecek kadar kendisini güçlü gören  askeri yönetimin, terör olaylarına müdahale ederek suçluları adli merciler önüne  çıkarması, toplum ve siyasi iktidar tarafından ancak takdir edilebilirdi. Fatsa  operasyonu bu yönüyle dikkate değerdir.”
       
 “DARBENİN İŞARETİ”
       
Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresinin 6 Nisan 1980'de  dolmasının ardından Cumhurbaşkanı seçimine yönelik çalışmalara yer verilen  iddianamede, “dönemin TSK komuta kademesinin, yapmış olduğu darbe planının  akamete uğramaması için Cumhurbaşkanının seçilmesini istemediği, siyasi  istikrarsızlığı darbe yapmak için bir fırsat olarak gördüğü, asıl amacın her  halükarda darbe yapmak olduğu” ileri sürüldü.

12 Eylül askeri darbesine giden süreçteki önemli olayların birinin,  MSP'nin 6 Eylül 1980'de Konya'da düzenlediği Kudüs mitingi olduğu ifade edilen  iddianamede, darbenin bir diğer işaretininden de Genelkurmay Başkanı Kenan  Evren'in 30 Ağustos Zafer Bayramı nedeniyle verdiği mesajlar olduğu savunuldu.

Evren'in, TSK'ya verdiği mesajda, “Aziz arkadaşlarım. Sizler de bu  olayları görüp duydukça eminim ki en az benim kadar üzüntü duymaktasınız. Ancak  şuna inanız ki bu satılmış zavallılar bir avuç azınlıktır” , “Siz onların  hepsini bir anda yok edecek güçtesiniz. Asıl, sessizliğimizi ve sabrınızı  güçlerinin kanıtıymış gibi göstermek isteyenler, nasıl yanıldıklarını bir zaman  gelecek acı şekilde göreceklerdir” gibi ifadeler kullandığına dikkat çekilen  iddianamede, bu olay şöyle değerlendirildi:

“Bu olayda, İstiklal Marşı sırasında ayağa kalkmayan kişilerin, mitingi  düzenleyen MSP'nin Genel Başkanı olan Erbakan'ın komutuyla söylettiği İstiklal  Marşı sırasında ayağa kalkmamaları, olaydan sonra hem Erbakan hem de Belediye  Başkanı Mehmet Keçeciler tarafından yapılan şikayetlerden bir sonuç alınmaması ve  bu kişilerin irtica görüntüleri veren abartılı kıyafetleri dikkate alındığında  MSP'li olmadığı, benzer provokatif eylemler için hazırlanmış, yapılacak darbede  gerekçe kullanılacak kişiler olduğu sonucuna varılmaktadır.”

Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesinin, 12 Eylül  askeri darbesine ilişkin dönemin Genelkurmay Başkanı, 7. Cumhurbaşkanı Kenan  Evren ile emekli Orgeneral Tahsin Şahinkaya hakkında hazırladığı iddianamede,  darbeyle TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren  el konulduğu ifade edildi.

İddianamede, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, Bülent Ecevit ve Süleyman  Demirel'in hükümet kurduğu dönemlere de yer verilerek, o günlerin Türkiye'sinin,  ekonomik çöküntü içerisinde olduğu, terör olaylarının günden güne tırmandığı  kaydedildi.

Askeri müdahale fikrinin 1979 Temmuz ayında ordunun üst kademelerince  konuşulmaya başlandığı, Kenan Evren'in kuvvet komutanlarıyla görüşmeler yaptığı  anlatılan iddianamede, Evren'in yaptığı görüşmelerde Genelkurmay 2. Başkanı  Orgeneral Haydar Saltık'tan bir çalışma grubu kurmasını istediği ifade edildi.
İddianamede, 21 Aralık 1979'da, Kenan Evren'in kuvvet komutanları, Harp  Akademileri komutanı, ordu ve kolordu komutanlarının katılımlarıyla toplantılar  yaptığı, 26 Aralık 1979'da hükümetteki parti liderleriyle, diğer siyasi parti  liderlerine “uyarı mektubu” verilmesinin kararlaştırıldığı ifade edildi.

Kenan Evren'in, 27 Aralık 1979'da, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral  Nurettin Ersin'in, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu'nun, Hava  Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın ve Jandarma Genel Komutanı  Orgeneral Sedat Celasun'un imzalarını taşıyan, Türk Silahlı Kuvvetlerinin  görüşünü içeren bir “uyarı mektubunu”, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'e verdiği  belirtilen iddianamede, Korutürk'ün de 2 Ocak 1980'de Başbakan ve Adalet Partisi  (AP) Genel Başkanı Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit'i,  Çankaya Köşküne davet ederek, bu mektubun örneğini iki lidere verdiği  kaydedildi.

Cumhurbaşkanı Korutürk'e verilen “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü”  başlıklı uyarı mektubunun da yer aldığı iddianamede, “Türk Silahlı Kuvvetleri ve  onun komuta kademesinin, içerisinde bağlı oldukları başbakanın da bulunduğu  siyasi parti liderlerine göndermiş olduğu mektupta, 'Türk Silahlı Kuvvetleri;...  uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir'  ifadesini kullanması, cumhuriyet tarihimiz boyunca askeri darbe gerekçesi olarak  kullanılan İç Hizmet Kanunu'nu da hatırlatarak uyarması demokratik rejim  açısından tehdittir” denildi.
       
Darbeye hazırlık süreci
       
Askeri darbe planı hazırlıklarını tamamlayan Orgeneral Saltık'ın 4  Haziran 1980'de Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e sunduğu “Bayrak Harekatı” adı  verilen planın Evren tarafından incelendiği anlatılan iddianamede, 1 Temmuz  1980'de komuta kademesince yapılan toplantıda darbe günü olarak 11 veya 12  Temmuz'un belirlendiği, ancak darbenin bu tarihte gerçekleştirilemediği ifade  edildi.

Askeri şuranın Ağustos 1980'de yapıldığı, burada askeri darbenin komuta  kademesinin belirlendiği anlatılan iddianamede, komuta kademesince 26 Ağustos  1980'de gerçekleştirilen toplantıda harekatla ilgili son kontrollerin yapıldığı,  ikinci kez harekat zamanı olarak 12 Eylül'ün belirlendiği kaydedildi.

Askeri Harekatın tarih ve saatinin, planda “G” günü, “S” saati olarak  kodlandığına yer verilen iddianamede, 5 Eylül 1980'de Genelkurmay Başkanlığından  çıkan kuryelerin, harekatın “12 Eylül-saat 04.00”te yapılacağını belirten emrin  bulunduğu zarflarla Türkiye'nin dört bir yanına hareket ettiği belirtildi.
       
12 Eylül Askeri Darbesi ve Sonrası
       
İddianamede, 12 Eylül 1980'de saat 03.59'da TRT'de, Genelkurmay ve Milli  Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla yayınlanan Milli  Güvenlik Konseyi'nin bir numaralı bildirisine yer verilerek, bildiride, Türk  Silahlı Kuvvetleri'nin emir-komuta zinciri içerisinde ülke yönetimine el koyduğu,  parlamento ve hükümeti feshederek sıkı yönetim ilan ettiği, yurt dışına çıkışları  yasakladığının yer aldığı kaydedildi.
İddianamede, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yayımladığı “4 numaralı”  bildiride, Milli Güvenlik Konseyinin, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren,  Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı  Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer,  Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun'dan oluştuğu ve Milli Güvenlik  Konseyi sekreterliğine Orgeneral Haydar Saltık'ın atandığının belirtildiği  aktarıldı.

İddianamede, 2324 Sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2. maddesinde  yapılan

“Anayasada Türkiye Büyük Millet Meclisine, Millet Meclisine ve  Cumhuriyet Senatosuna ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler 12 Eylül  1980 tarihinden itibaren geçici olarak Milli Güvenlik Konseyince ve  Cumhurbaşkanına ait olduğu belirtilmiş bulunan görev ve yetkiler de Milli  Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanınca yerine getirilir ve kullanılır”  düzenlemesiyle, TBMM'ye, Cumhuriyet Senatosuna ve cumhurbaşkanına ait yetkilere  cebren el konulduğu savunuldu.

12 Eylül askeri yönetimince ülkenin tamamının denetim ve kontrol altına  alındığı, siyasi partilerin faaliyetlerinin yasaklandığı, 16 Ekim 1981 tarihinde  çıkarılan 2533 sayılı Kanunla başta Atatürk'ün kurduğu CHP olmak üzere bütün  partilerin kapatılarak siyasi partiler ve yan kuruluşlarının bütün mallarının  hazineye devredildiği anlatılan iddianamede, 11 Eylül 1980'de parlamento üyesi  bulunan siyasi parti mensupları ile her kademedeki siyasi parti yönetici ve  mensuplarının, sözlü veya yazılı beyanda bulunmalarının, makale yazmalarının,  toplantı yapmalarının, sıkıyönetim komutanlıklarının koyduğu yasakları ve aldığı  kararları herhangi bir şekilde tartışılmasının yasaklandığı belirtildi.
       
 “30 BİN MEMURUN GÖREVİNE SON”
       
Askeri darbeden sonra Türkiye'nin 13 sıkıyönetim bölgesine ayrıldığına  yer verilen iddianamede, basına uygulanan sansüre ilişkin, dönemin  gazetecilerinden Nadir Nadi'nin ifadelerine ve 14 Eylül 1980'de TRT'ye gönderilen  emirlere yer verildi.

Toplum üzerinde kurulan baskı ve yayın yasaklarıyla düşünce hürriyetinin  tamamen ortadan kaldırıldığı ifade edilen iddianamede, şu bilgilere yer verildi:

“Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim kanuna dayanılarak hiçbir yargı  kararı olmadan 30 bin memurun görevine son verildi. 7233 memur bölgelerinin  dışına gönderildi. 300 bin kişiye sakıncalı oldukları gerekçesiyle pasaport  verilmedi. Pasaport verilmeyenler içerisinde Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su  da vardı. Kanser hastalığına yakalanan Ruhi Su pasaport verilmediği için tedavi  olamadı ve yaşamını yitirdi. 12 Eylül yönetimi tarafından yurt dışına kaçan 14  bin kişi vatan haini oldukları gerekçesiyle vatandaşlıktan çıkarıldı.”

12 Eylül askeri darbesine ilişkin olarak  hazırlanan iddianamede, 12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in  1987'de verdiği bir mülakattaki, “12 Eylül'ün geç yapıldığına inanıyorum.  Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin' dediler.  Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım” sözleri aktarılarak, “Bu  sözlerden, şüphelilerin darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri,  yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi  olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl  şartların olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları  anlaşılmaktadır” denildi.

İddianamede, “askeri darbe yönetimince gözaltında ve cezaevlerinde  uygulanan işkencelere ilişkin olarak işkence mağdurlarının beyanlarına” yer  verildi.

Buna dair başlık altında, bazı kişilerin, konuyla ilgili olarak  basın-yayın organlarına verdiği demeçlerden alıntılar yapıldı, bazı kişilerin ise  soruşturma sürecinde savcılığa müşteki olarak verdiği ifadeler aktarıldı.

Bu kişiler arasında, eski BBP Genel Başkanı merhum Muhsin Yazıcıoğlu ile  Nimet Tanrıkulu, Namık Kemal Zeybek, İbrahim Ünal, Yaşar Yıldırım, Celalettin  Can, 12 Eylül döneminde idam edilen Erdal Eren'in amcasının oğlu Gökhan Eren,  Yaşar Okuyan, Emek Partisi Genel Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Yalçıner, eski Ülkü  Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Mahir Kadir Damatlar, Oğuzhan Müftüoğlu, Yılma  Durak, İbrahim Ünal, Selim Dindar, Orhan Miroğlu, Abdurrahman Yücel, Mustafa  Kahya, Yılmaz Kızılırmak, Yener Turan, Reşat Keskin, Metin Terzi, Cumhur Yavuz ve  Osman Başer yer aldı.

12 Eylül Döneminin 2. Ordu Komutanı Bedrettin Demirel'in, 5 Temmuz  1987'de Milliyet Gazetesinden Yener Süsoy'a verdiği mülakattaki, “12 Eylül'ün  geç yapıldığına inanıyorum. Arkadaşlarımın çoğu 'Tam olgunlaşsın, millet  tarafından tasvip edilsin' dediler. Bana kalsaydı en az bir yıl önceden yapardım.  Bir yıl çok kan aktı” sözlerine dikkat çekilerek, “Bu sözlerden, şüphelilerin  darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, yapılacak askeri  darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının  üzerine bilerek gitmedikleri, şüphelilerin darbe yapmak için bir yıl şartların  olgunlaşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları anlaşılmaktadır”  denildi.
       
SANIK EVREN'İN SÖZLERİ
       
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin baş sorumlusu şüpheli Kenan  Evren”in 1 Mart 2006'da Kanal D'deki Genç Bakış programındaki şu sözlerine de  bir kitaptan alıntılanarak, yer verildi:

“Yahu sorsanıza... İşkenceyi sorsanıza. Asıl bunları sormanız lazım.  Evet itiraf ediyorum. Hapishanelerde işkencelere engel olamadık. Birçok insan bu  yüzden sakat kaldı, öldü. O kadar rica ettik. Yapmayın filan diye. Ama bizi  dinlemediler. O gardiyanlar yok mu; ah o gardiyanlar... Onlar yapıyorlardı. Çünkü  12 Eylül'den önce seslerini çıkaramıyorlardı. Mahkumlar hep onları dövüyorlardı.  12 Eylül olunca başlarına teğmenler falan diktik. Fırsat ellerine geçince  gardiyanlar da ne yapsınlar? İşkence yaptılar. Fena muamelede bulundular. Çok  rica ettik, yapmayın falan dediysek de maalesef dinletemedik, bu müessif olaylar  oldu.”

12 Eylül askeri darbe dönemindeki gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde  uygulanan işkence yöntemlerinin tek tek sıralandığı iddianamede, darbeyle  birlikte gözaltı işlemlerinde delil elde etme yöntemi olarak ifade, istenilen  ifadeyi vermeyenler için ise işkencenin tek yöntem olarak benimsendiği  belirtildi.

Gözaltına alınan ya da yakalanan kişiler sağ görüşlüyseler sol görüşlü  polis ve askerlerden oluşturulan işkence ekipleri, sol görüşlüyseler sağ görüşlü  polis ve askerden oluşturulan işkenceci ekipler tarafından sorgulara tabi  tutuldukları aktarılan iddianamede, gözaltında ve cezaevinde keyfi ve sistematik  işkencenin olduğu, cezaevlerinde “eğitim” adı altında bir kısım hareketler ve  marşların mahkumlara psikolojik baskı ve işkence yöntemi olarak kullanıldığı  anlatıldı.
       
SİSTEMATİK İŞKENCENİN MERKEZLERİ
       
Diyarbakır Askeri Cezaevi ile Mamak Askeri Cezaevinin, sistematik  işkencenin merkezi haline getirildiği belirtilen iddianamede, Ankara Emniyet  Müdürlüğündeki DAL'ın (Derin Araştırma Laboratuvarı), Adıyaman'da Pirin Palas  Hapishanesinin ve İstanbul Gayrettepe'nin öne çıkan işkence merkezlerinden olduğu  vurgulandı. İddianamede, “Sayılan bu yerler öne çıkmakla birlikte, ülkede tüm  gözaltı ve cezaevlerinin o dönemde bu şekilde kullanıldığı ortaya çıkmaktadır”  denildi.

Diyarbakır Cezaevinde İç Güvenlik Komutanı Esat Oktay Yıldıran, Mamak  Askeri Cezaevinde ise İç Güvenlik Komutanı Raci Tetik'in bulunduğu ve işkence  emirlerini verdikleri ifade edilen iddianamede, Ankara Emniyeti'nde ise polis  amirleri Zeki Kaman ve Dürüst Oktay'ın işkence uygulamalarında öne çıktığı  bildirildi.
       
191 KİŞİ ÖLDÜ
       
İddianamede, “12 Eylül askeri darbesinin ardından cezaevleri ve gözaltı  merkezlerinde insanlık dışı uygulamaların sonucunda ölümler meydana geldi. 12  Eylül 1980 askeri darbesi ile yönetimin şeklen de olsa sivillere devredildiği  1983'e kadar gözaltı ve cezaevinde ölenlerin toplam sayısı 191 kişiydi. Bunlardan  5'i cezaevinde açlık grevinde, 1 tanesi de işkence sonucunda hastalanıp ölmüştü.  Sadece 12 Eylül 1980 tarihiyle 31 Aralık 1980 tarihi arasında cezaevinde  ölenlerin sayısı 43 kişiydi” ifadeleri yer aldı.

12 Eylül askeri darbesi nedeniyle açılan  davanın iddianamesinde, sanıklar Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya'nın, soruşturma  aşamasındaki ifadelerinde, eylemlerini, “Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet  Kanunu'nun 35. maddesine dayanarak gerçekleştirdiklerini” ifade ettikleri  belirtilerek, “35. madde, hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak,  diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir”  denildi.

İddianamede, 12 Eylül 1980 öncesi terör olaylarına bakıldığında,  olayların toplumu kaosa, iç çatışmaya sürükleyerek ülkeyi yönetilemez hale  getirip, askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmek isteyen devlet  içindeki derin yapıların yönlendirmesi ve kurgulamasıyla çıkarılmış terör  olayları olduğu, devlet içindeki etkili güçlerin, olaylarda güvenlik güçlerinin  etkin olarak görev yapmasını engellediği, güvenlik güçlerinin bazı olaylarda  kullanıldığı, bu kadar organize ve geniş çaplı olayların devlet içinde  örgütlenmiş illegal güçlerin planlaması ve iştiraki olmadan yapılamayacağı ifade  edildi.

Sanıkların darbe yapmaya yaklaşık bir yıl önceden karar verdikleri, her  halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak  askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine  bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına  ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, darbe için bir yıl şartların olgunlaşmasını  beklediklerinin anlaşıldığı kaydedilen iddianamede, “12 Eylül askeri  yönetiminin, gözaltına alınan sağ ve sol görüşlü kişileri aşırı fraksiyonların  etkisinde kalmış, dolayısıyla topluma zararlı, yola getirilmesi gereken kişiler  olarak gördüğü” bildirildi.

İddianamede, şu ifadeler kullanıldı:

“Bu nedenle gözaltı ve cezaevlerinde uygulanan yöntemlerle kişiliklerini  ezip ortadan kaldırarak toplumu tektipleştirmek istemiştir. Bu amaçla  cezaevlerinde 'karıştır-barıştır' denilen yöntemle sağ ve sol görüşlü kişileri  aynı koğuş ve hücrelere koyup zorla yaptırmış oldukları bir kısım hareketler, bir  kısım marşların ve konuların zorla öğretilmesi ve ezberlettirilerek yüksek sesle  söylettirilmesi suretiyle düşünce ve farklılıkları ortadan kaldırmaya  çalışmışlar, bu yöntemleri de bir işkence yöntemi olarak uygulamışlardır.”
       
EVREN'İN İFADESİ
       
İddianamede, Kenan Evren'in soruşturma aşamasındaki ifadesine de yer  verildi.

İddianameye göre Evren, ifadesinde, 12 Eylül 1980 öncesinde ülkenin  içinde bulunduğu sosyal ve siyasi durumu özetleyerek, anayasal kurumların  görevini yapamaz hale geldiğini, ülkenin felç olduğunu, bu nedenle yönetime el  koymak durumunda kaldıklarını anlattı.

“Ülke yönetimine el koymayı istemediklerini, bu nedenle uzun süre  beklediklerini” söyleyen Evren, “o zaman ülkenin içinde bulunduğu durumu  gözeterek, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler Kanunu'nun 35. maddesinin ülke  yönetimine el koyma yetkisi verdiğini kendisini ve diğer komutanlar olarak  değerlendirdiklerini, bu yetkinin şartlar itibariyle sahip oldukları kanaatine  vardıklarını” bildirdi.

Ülke yönetimine el koyduktan sonra TBMM ve hükümetin feshedildiğini,  kesinti olmaması için bu yetkileri kullanacak kurumlara ihtiyaç olduğunu, bu  nedenle TBMM, Senato, cumhurbaşkanına ait yetkileri, oluşturulan Milli Güvenlik  Konseyine geçici olarak verdiklerini ifade eden Evren, ardından oluşturdukları  Danışma Meclisine görevleri devrettiklerini ve parlamenter sistemi esas  aldıklarını savundu.

 “TSK'nın, insanların ölümünü bekleyip, sonuçta bunu fırsat olarak  değerlendirip yönetime el koymasının düşünülemeyeceğini, bunu vicdanlarının kabul  etmeyeceğini, bunu kesinlikle kabul etmediğini” dile getiren Evren, “pişman  olmadığını” bildirdi.

“12 Eylül sonrası, Ege sorunu konusunda Yunanistan'dan herhangi bir  yazılı güvence almadan, NATO Başkomutanı Rogers'ın vermiş olduğu sözlü güvenceye  dayalı olarak Yunanistan'ın NATO'ya girmesine izin vermesinin hata olduğunu”  kaydeden Evren, 1982 Anayasası taslağında cumhurbaşkanının 2 kez seçilebileceği  konusunda hüküm bulunduğunu, ancak kendisinin “Cumhurbaşkanı 2. kez seçilecek  olursa, tekrar seçilebilmek için iktidardaki partiye destek vermeye başlar”  diyerek, bu hükmü anayasaya koydurtmadığını dile getirdi.
       
ŞAHİNKAYA'NIN BEYANI
       
Tahsin Şahinkaya ise soruşturma sırasında alınan ifadesinde, özetle,  “darbe yapmadıklarını, kanlı olayların önüne geçtiklerini” öne sürerek, “darbe  yapan insanın 2-3 yıl sonra hükümeti bırakmayacağını” söyledi.

Şahinkaya, 35. maddede verilen, devleti koruma ve kollama yetkisine  dayanarak yönetime el koyduklarını savunarak, “memleketin o dönemde sahibinin  olmadığını, bu çerçevede ne gerekiyorsa onu yaptıklarını” kaydetti. Şahinkaya,  “12 Eylül askeri darbesinin ABD'nin bilgisi ve desteğiyle yapılmış olduğu  iddiasına kesinlikle katılmadığını” da ifade etti.
       
 “35. MADDE ASKERİ DARBE YETKİSİ VERMEMEKTEDİR”
       
Sanıklar ve avukatlarının, savunmalarında, askeri darbenin 35.  maddesindeki yetkiye dayanarak yapıldığını belirttikleri anımsatılan iddianamede,  şu değerlendirmelere yer verildi:

“Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti'nde yasal  düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda anayasanın yer  aldığı, kanunların ise anayasanın hiyerarşik olarak altında yer aldığı,  dolayısıyla kanunların anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki  kurallardandır. Bu nedenle, kanunlar anayasaya aykırı olamayacakları gibi kanunla  verilen bir yetkinin anayasayı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması da mümkün  değildir. Dolayısıyla söz konusu hüküm, anayasal düzeni, anayasa ile kurulmuş  devlet düzeninin temel kurumlarından olan TBMM ile hükümeti ve tüm hak ve  özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz.”

Kaldı ki darbeyi yapanların, darbe ve sonrası eylemlerinden dolayı  yargılanacaklarını ve eylemlerinin suç olduğunu bildiklerinden 1982 Anayasasının  geçici 15. maddesinindeki düzenlemeyi oluşturma ihtiyacı hissettikleri ifade  edilen iddianamede, “Sonuç olarak, İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesi hiç kimseye  demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri  darbe yapma yetkisi vermemektedir” denildi.
       
 “ZAMAN AŞIMI” DEĞERLENDİRMESİ
       
İddianamede, “zaman aşımı” yönünden değerlendirmelere de yer verildi.

1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki düzenlemenin, sanıklar hakkında  bir soruşturma ve yargılama engeli ortaya koyduğu belirtilen iddianamede, ancak  gerek anayasada gerekse Türk Ceza Kanunlarında, soruşturma ve yargılama engelinin  bulunduğu hallerde zaman aşımının işlemeyeceği kuralının öngörüldüğü ifade  edildi.

İddianamede şunlar kaydedildi:

“Anayasanın 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla kaldırılan geçici 15.  maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve kovuşturma engelidir. Dolayısıyla  şüphelilere atılı bulunan eylemlerde zaman aşımı, eylemlerin gerçekleştiği 2 Ocak  1980 ve 12 Eylül 1980 tarihlerinde işlemeye başlamış, ancak 1982 Anayasasının  geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 9 Kasım 1982 tarihinde durmuştur. Söz  konusu suçlarda zaman aşımı süresi 20 yıl olup, 9 Kasım 1982 tarihinde durmuş  olan zaman aşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun Resmi  Gazete'de yayınlandığı 23 Eylül 2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye  başlamıştır. Açıklanan nedenlerle iç hukukumuza göre zaman aşımı süresinin  dolmadığı anlaşılmaktadır.

Anayasanın geçici 15. maddesinin bir tür af kanunu olarak  değerlendirilmesi mümkün değildir. Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi  eden bir suç olup, bu suç TBMM'nin görevine başladığı 6 Aralık 1983 tarihine  kadar işlenmeye devam etmiştir. Anayasanın 15. maddesi ise 9 Kasım 1982 tarihinde  yürürlüğe girmiştir.”

İddianamede, bugün hayatta bulunmayan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı  Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve  Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun hakkında TCK'nın 64/1. maddesi  gereğince ek kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildiği de belirtildi.

(Kaynak:hürriyet.com.tr)

Kenan Evren hayatını kaybetti

12 Eylül Askeri Darbesi’nin lideri, Türkiye’nin 7’nci Cumhurbaşkanı Kenan Evren 98 yaşında hayatını kaybetti.

12 Eylül askeri darbesinin lideri, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, tedavi gördüğü Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde (GATA) dün 98 yaşında yaşamını yitirdi. Öğle saatlerinde, yaşlılığa bağlı çoklu organ yetmezliği nedeniyle sağlık durumu ciddileşince yoğun bakıma alınarak solunum cihazına bağlanan Evren kurtarılamadı.

3 YILDIR GATA’DA TEDAVİ GÖRÜYORDU

2012’den beri GATA’da tedavi göre Evren’in sağlık durumunda son günlerde yaşlılığa bağlı ciddi sorunlar yaşadığı belirtilirken, durumunun ağırlaşması üzerine aile üyelerinin hastaneye çağırıldı.

Evren, ölümünden önce hakkında açılan darbe davası nedeniyle güç günler geçirdi. Liderliğini yaptığı 12 Eylül darbesi nedeniyle, darbenin kendisiyle birlikte hayatta kalan bir diğer üyesi Tahsin Şahinkaya ile birlikte yargılandığı davada ömür boyu hapse mahkûm edildi. Temyiz edilen davanın Yargıtay incelemesi sürüyor. Evren, Şahinkaya ile birlikte davaya tedavi gördüğü hastaneden görüntülü konferans yöntemiyle katılmıştı.

27 Mayıs Darbesi’ni komşusundan öğrendi
18 Haziran 2014’te, yargılandıkları 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Davası’nda TCK’nın “Devlet kuvvetleri aleyhine cürümler” başlıklı 146. maddesi uyarınca müebbet cezasına mahkum edilen 12 Eylül Darbesi’nin mimarı Kenan Evren, dün hayatını kaybetti. Her ne kadar, Genelkurmay’ın internet sitesinde “Doğum yeri Alaşehir, doğum tarihi 1918” yazıyorsa da Kenan Evren, Manisa’nın Kula ilçesinde, 17 Temmuz 1917 tarihinde, bir “Kadir Gecesi” doğduğuna inandı. Nitekim 15 gün boyunca kulağına “Kadir” ismi fısıldandı. Ama ağabeyi Ragıp, “Kadir” ismini sevmiyordu. O yüzden ismi, kayıtlara Kenan olarak geçti. Bu bilgilere de kişisel çabasıyla yıllar sonra ulaştı.

7’YE İNANIRDI

Doğumuyla “Yedi” rakamı arasında bir ilişki olduğunu, hayatının “Yedi” rakamı etrafında şekillendiğini düşünürdü. “1917 senesinin 7’nci ayı ve Ramazan ayının 27’nci gecesi olan Kadir Gecesi, Kula’da dünyaya geldim” derken “Yedi” rakamının hayatındaki önemini vurguluyordu. Bu inancını, anılarını yazdığı kitapta “İşte 7 rakamının kronolojik tablosu” başlığı altında açıklıyordu: “Askeri liseye giriş yaşım: 17; Evlenme tarihim: 27 Mayıs 1944; Evlenme yaşım: 27; 17. Genelkurmay Başkanı; 7. Cumhurbaşkanı; 12 Eylül Harekatı’nın Cumhuriyet’in 57. yılında gerçekleşmesi” ve liste devam eder. Biz de bir hatırlatma yapalım: “Yedi” sembolizmin de kutsal saydığı bir rakamdır!

HELVACI ÇIRAĞI AHMET KENAN

Dördüncü sınıfın yaz tatilini, babasının isteğiyle bir kunduracının yanında geçirecekti ki, başarısızlığı nedeniyle çıraklığı kısa sürdü. Ardından bir helvacının yanına girdi. O dönemi yıllar sonra “Az da olsa tahin helvası, şeker ve lokum yapmayı öğrenmiştim. Okumamış olsaydım şekerci olabilirdim” sözleriyle andı. Sapanla kuş vurmayı, özellikle serçe avlamayı seven bir çocukluğu vardı. Ancak, bir gün serçe yerine vurduğu kumrunun kendisinde yarattığı “Acıma hissi” nedeniyle bu sevdasından vazgeçti. Serçelerin yerini, eşek arıları aldı; tahta pervaneler yaparak, çelik çomak oynayarak geçirdi çocukluğunu.

12 Eylül’e nasıl gelindi
Siyasi cinayetler, kanlı 1 Mayıs, Çorum ve Maraş olayları, TBMM’nin kilitlenmesi, ekonomik buhran ve diğerleri... Türkiye tarihine bir balyoz gibi inen sürecin kilometre taşları.
Türkiye’nin siyasi ve sosyal hayatını yeniden dizayn eden 12 Eylül süreci öncesindeki çalkantılar, askeri müdahalenin ardından yerini mutlak baskının hakim olduğu bir atmosfere bıraktı. Darbenin ardından 650 bin kişi göz altına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi, 50 kişinin cezası infaz edildi. 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı, 30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı. 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.  171 kişinin gözaltında işkenceden öldüğü belgelendi. 937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı. 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. 3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hakimin işine son verildi. 31 gazeteci cezaevine girdi, 300 gazeteci saldırıya uğradı. Üç gazeteci silahlı saldırıda öldürüldü. Gazeteler 300 gün yayın yapamadı, 13 büyük gazete için 303 dava açıldı, 39 ton gazete ve dergi imha edildi. Cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi, 14 kişi açlık grevinde öldü.

Kenan Evren, darbenin ardından 1982 yılında yapılan referandumla yedi yıllığına Cumhurbaşkanlığı’na getirildi.

DEVLET TÖRENİ OLACAK MI
DIŞİŞLERİ Bakanlığı Protokol Genel Müdürlüğü eski cumhurbaşkanı olan Evren’in devlet töreni ile defnine ilişkin düğmeye bastı. Bugün bu konuda koordinasyon toplantısı yapılacak. Yargıtay, henüz cezasını onamadığı için eski cumhnhurbaşkanı olan Evren’in devlet töreni ile gömülmesinin önünde hukuki bir engel bulunmuyor. Ancak bu konuda hükümetin siyasi tavrı da belirleyici olacak. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bugün Almanya’ya olan gezisini iptal etmesi beklenmiyor. Dışişleri yetkilileri cenaze ve defin için Evren’in ailesiyle görüşecek aksi yönde vasiyeti olmaması ve ailesinin karşı çıkmaması durumunda Evren’in devlet mezarlığına defnedilmesi bekleniyor. Evren’in en yakınındaki isimlerden Ali Baransel, Hürriyet’in sorusu üzerine devlet töreni konusunda Evren’in sağlığında kendileriyle herhangi bir görüş paylaşmadığını belirterek, “Bu konudaki kararı aile üyeleri verecektir” dedi. Yasa gereği, Ankara’da düzenlenecek ulusal cenaze törenine Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Tören Taburu ve askeri bandosu katılırken, cenaze de top arabası üzerinde taşınıyor.

(hürriyet.com.tr)

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Babaları farklı ama onlar ikiz!

ABD'de ikiz bebeklerin babalarının farklı olduğu bir mahkeme sayesinde ortaya çıktı. Olay, ülkede şaşkınlık yarattı.

ABD 'nin New Jersey eyaletinde son derece sıra dışı bir velayet davası yaşandı. İkiz bebeklerden birinin kendisine ait olmadığını söyleyen bir adam, DNA testi sayesinde iddiasını kanıtladı. Hakim, adamın ikiz çocuklardan sadece biri için nafaka ödemesi yönünde karar verdi.

Sabah 'ta yer alan habere göre, ismi A.S. olarak açıklanan adam ve T.M.'nin 2013'ün ocak ayında ikiz çocukları oldu. Fakat çift ayrıldıktan sonra T.M. yetkililere başvurarak eşinin çocuklar için kendisine yardımda bulunması kararını aldırttı. Çocuklar 19 aylıkken bu kez A.S. mahkemeye başvurdu ve ikizlerden sadece birinin kendisinden olduğunu öne sürdü. Hakimin isteği üzerine yapılan DNA testinde babanın iddiası doğru çıktı.

HAFTADA 28 DOLAR ÖDEYECEK

T.M. eşiyle ilişki yaşadığı dönemde bir başka bir adamla daha ilişkisi olduğunu ve aynı hafta içinde ikizlerden diğerinin babasıyla da cinsel ilişki yaşadığını açıkladı. Bu nadir görülen olayın açıklığa kavuşmasının ardından hakim adamın eski eşine sadece bir çocuk için para yardımında bulunması gerektiğine hükmetti. A.S. eski eşine haftada 28 dolar ödeme yapacak.

13 BİNDE BİR OLASILIK

Mahkemede olayın New Jersey tarihinde bir ilk olduğu belirtildi. ABD'li uzmanlar ikizlerin konu olduğu velayet davalarında, çocukların farklı babalardan olma oranının 13 binde bir olduğunu söylüyor. İkinci bebeğin babasının kimliği, davayla ilgisi olmadığı gerekçesiyle açıklanmadı.

Ermenekli annenin en acı Anneler Günü...

Ermenek'teki maden kazası sırasında, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleriyle tüm Türkiye'yi duygulandıran Ayşe Gökçe, oğlu Tezcan Gökçe'den ayrı ilk Anneler Günü'ne buruk hazırlanıyor.

"Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü" diyen Ayşe Nine, "Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" sözleriyle gözyaşı döktü.

Ermenek'teki maden kazası sırasında, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleriyle tüm Türkiye'yi duygulandıran Ayşe Gökçe, oğlu Tezcan Gökçe'den ayrı ilk Anneler Günü'ne buruk hazırlanıyor. "Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü" diyen Ayşe Nine, "Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" sözleriyle gözyaşı döktü.

Ermenek'teki kömür ocağında, 28 Ekim 2014'te meydana gelen maden kazasında hayatını kaybeden 18 işçiden Tezcan Gökçe'nin 76 yaşındaki annesi Ayşe Gökçe, oğlunun yokluğuna alışmaya çalışıyor.
     
Kazanın meydana geldiği günlerde, işçileri arama çalışmaları sürdüğü esnada, "Oğlum yüzme de bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?" sözleri ve cenaze törenindeki ağıtları ile herkesi gözyaşlarına boğan Ayşe Nine, oğlu Tezcan için hala ağlıyor.

Hissettiği çaresizlik nedeniyle elinden ağlamaktan başka hiçbir şeyin gelmediğini söyleyen Gökçe, evinin penceresinden 'sanki oğlu gelecekmiş gibi' sürekli yola baktığını dile getirerek, "Oğlum yaşasaydı bana her gün Anneler Günü'ydü. Yavrum hiç rüyama girmedi. Rüyama girse sevineceğim, öpeceğim, kucaklayacağım" dedi.

Gecesinin gündüzünün gözyaşlarıyla geçtiğini anlatan Ayşe Nine, bir anne için evlat acısı yaşamanın çok zor olduğunu vurguladı.
     
"Bir ana, iki kuzusunu bir günde kaybederse nasıl olur?"
     
Saadet Haznedar (65) ise madendeki kazada oğulları Kerim (30) ve Ali Haznedar'ı (34) kaybetmenin acısını ilk günkü gibi yaşıyor. Haznedar, geçen yılki Anneler Günü'ne kadar oğullarının kendisini mutlaka çeşitli hediyelerle ziyaret ettiğini, bu Anneler Günü'nde ilk kez bu duyguyu yaşayamayacak olmanın derin üzüntüsünü duyduğunu söyledi.

Hayatları yoklukla, zorluklarla geçse de bugüne kadar kimseye muhtaç olmadan yaşadıklarını anlatan Saadet Haznedar, şöyle devam etti:
     
"Bir örtünün altında 6 çocuk yatırdım. Keşke böyle olmasaydı, çadırın altında yaşasaydık da evlatlarım yanımda olsaydı. Anneler Günü ve bayramlar gelmesin istiyorum. Bir ana, iki kuzusunu bir günde kaybederse nasıl olur? Pencereden, işçilerin madene gittiğini gördüğümde, gözüm evlatlarımı arıyor. Evlat acısı çok zormuş. 10 çocuğum vardı. Ancak, insanın 10 da 20 de evladı olsa hepsinin yeri ayrı. Oğullarımın mezarına gittiğimde, 'sizi göresim geldi' diyerek ağlıyorum. Devlet yetkililerine teşekkür ediyorum. Onlar olmasa oğullarımın bir mezarı bile olmayacaktı. Tek isteğim onların 'şehit' sayılması."
     
Haznedar, oğullarının kabrini ziyareti esnasında da "Anneler Günü'nde siz benim yanıma gelirdiniz, bugün ben sizin yanınıza geldim çift kuzum" diyerek ağıt yaktı.  (medyafaresi.com.tr)

Kenan Evren'in sağlık durumu kritik

Ankara Gülhane Askeri Tıp Akademisi'nde (GATA) tedavi gören 98 yaşındaki 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in ailesi, yakınları ve avukatları hastaneye çağrıldı. Kenan Evren'in sağlık durumunun kötü olduğu ve solunum cihazına bağlı olduğu öğrenildi.


8 Mayıs 2015 Cuma

AKP'den önce bir tek Tuğçe Kazaz müslümandı

Sözcü gazetesi yazarı Yılmaz Özdil, Recep Tayyip Erdoğan'ın Kur'an ile miting yapmasını farklı bir dille eleştirdi. İşte Özdil'in bugünkü yazısı...


Tayyip Erdoğan’ın miting kürsülerine Kur’an-ı Kerim’le çıkmasına niye itiraz ediliyor, anlamak mümkün değil... Halbuki ne güzel işte, hepimizi müslüman yapacak.

*

Biliyorsunuz, Akp’den önce bu memlekette müslümanlık yoktu.
Hepimiz patates dinindendik.
Bi tek Tuğçe Kazaz müslümandı.

*

Cami yoktu.
Ahıra gider, ineğe tapardık.

*

Hacca gitmek yasaktı... Rahmetli dedem mesela, Rio’ya karnavala gidiyorum ayaklarıyla evden çıkmış, vaziyeti çaktırmamak için, dönüşte Medine uçağından samba yaparak inmişti.

*

Kadınların hiçbiri başörtüsü takmıyordu. Yemeni, tülbent, yazma gibi ecnebi kavramlar yoktu. Akp’den önce ahalimiz sokakta bikiniyle dolaşıyordu. Çarşıya pazara tek parça mayoyla gidenler “yobaz herhalde” diye yadırganırdı.

*

Çocuklarımıza Ludwig, Alfredo, Clara gibi isimler verirdik, öyle Mehmet’tir Ali’dir Ayşe’dir filan, yoktu. Ezan mezan bilinmezdi, duyulmuş şey değildi, bebeklerimizin kulağına arya okurduk.

*

Sünnet olmazdık... Ben kendi payıma, anca geçen sene, Ümraniye belediyesinin toplu sünnet şöleninde kestirdim.

*

Kurban bayramlarında boğa güreşine giderdik, ramazanlarda noel baba’nın elini öperdik, kandillerde balkabağının içine mum yakıp, cadılar bayramını kutlardık, annelerimiz aşure yapmazdı, amarettolu tiramisu yapılırdı, mübarek üç aylar dediğin, aralıkta yılbaşı, şubatta sevgililer günü, evlenince balayı’ydı.

*

İmam hatip liseleri kapalıydı.
İlla din adamı olmak isteyen, Heybeliada ruhban okuluna gidiyordu. Türgev yurtları açılmamıştı, zavallı çocuklarımız manastırlarda barınıyordu. Teog sınavına girenler, zorla Aya Nikola kilisesine kaydediliyordu.

*

Hamdolsun ki Akp geldi.

*

Fena mı oldu?
Tek tük cinci-üfürükçü vardı ama...
Hiç bu kadar din tüccarımız yoktu!

Sekse para ödemek artık suç!

Kuzey İrlanda'da para vererek seks işçileriyle birlikte olmak 1 Haziran'dan itibaren yasa dışı olacak.

Amaç seks işçilerini suçlu konumuna düşürmeden müşterileri yani "seks satın alanları" caydırmak...

Benzer bir yasa daha önce İsveç ve Norveç'te uygulamaya sokulmuştu.

Yasağı savunanlar, aynı yasanın İngiltere'de de uygulamaya konulmasını istiyor.

7 Mayıs 2015 Perşembe

Oktay Vural: Cumhurbaşkanı olacaksan ol

MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, 9 Mayıs Cumartesi günü MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin İzmir mitingini yapacağı gün, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın da İzmir'de toplu açılış töreni yapacak olmasına sert tepki gösterdi. Vural, “Kendi partilerinin genel başkanlarını bile sıfırlayan bu zihniyete karşı İzmirliler'i, 'Otur oturduğun yerde, cumhurbaşkanı olacaksan ol' demeye davet ediyoruz. Ortada bir hükümet ve başbakan olmadığı açık ve net. Cumhurbaşkanı bir başkası için oy isteyecek noktaya geldiyse Davutoğlu taşeron bir başbakanlık yapıyor demektir" dedi.


MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, partisinin İl Başkanlığı'nda düzenlediği basın toplantısında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın görevini yapmadığını, Ak Parti'nin paralel mitinglerini organize ettiğini ileri sürerek, "Bugün MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 9 Mayıs'ta İzmir'de miting yapacağı 21 Nisan'da yapılmış bir başvuru ile kesinleşmişti. Ancak cumhurbaşkanının korsan, paralel miting kararı aldığı görülüyor. Anketler AKP oylarının giderek düştüğünü MHP'nin giderek yükseldiğini gösteriyor.

Anlaşılan o ki AKP'yi, MHP korkusu sarmıştır. Korkunun ecele faydası yoktur. Cumhurbaşkanı görevini yapmaktan ziyade AKP'nin paralel mitinglerini düzenleme organizatörlüğünü yapıyor. Bir cumhurbaşkanı milletine muhalefet yapmaz. Milletine muhalefet yapan bir cumhurbaşkanı cumhurun sıfatı olma hakkını kaybetmiş demektir. 16 Türk devletinin forsuyla cumhurbaşkanlığı makamını kullanmak suretiyle muhalefete karşı operasyon yapıyor. Bu millet iradesini ayaklar altına almaktır" diye konuştu.


"BURASI TAYYİBAN CUMHURİYETİ DEĞİL"
Vural, ilçe milli eğitim müdürlerinin velileri ve öğrencileri Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın mitingine çağırdığını, katılacakların AK Parti ilçe teşkilatları ile irtibata geçmelerinin istendiğini öne sürerek, şöyle konuştu:  “Cumhurbaşkanı toplu açılışlar için İzmir'de yazılı pankartlar açıyorlar. Kim davet ediyor? Yüreğiniz varsa açıklayın. Toplu açılış bahanesiyle bir miting düzenlediğini ortaya koyuyor. Davet sahibi kim? Düzenleyen kim? Biz Gündoğdu Meydanı'nın MHP mitingi için tahsisini istedik ve aldık. Başbakan, Bakanlar Kurulu nerededir? Göstermelik toplu açılış adı altında korsan miting düzenleniyor.

Seçimin adil bir şekilde tecelli etmesini engelleyecek şekilde Cumhurbaşkanı miting düzenliyor. İlçe milli eğitim müdürlükleri, velileri öğretmenleri bu açılışa çağırıyor, AKP ilçe teşkilatları ile irtibata geçmelerini istiyor. Bu nasıl bir rezalettir? Hukuk, anayasa tanımayan bir cumhurbaşkanı olduğu gibi bir parti devleti sıfatıyla parti mitingini devletin organize ettiği bu noktada hukuk devleti arıyoruz. Burası parti devleti değil. Tayyiban cumhuriyeti değil."

“İZMİR SİZDEN NE GÖRDÜ Kİ"
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın toplu açılış yapmasını da eleştirerek, AK Parti'nin 100 veren İzmir'e ancak 3 yatırım yaptığını ileri sürdü. Vural şunları söyledi:
“Gündoğdu Meydanı'na gelecek vatandaşlarımızın yolunu, cumhurbaşkanının yapacağı toplu açılış nedeniyle kapatırsanız, engellerseniz, ey vali ey emniyet müdürü, haddinizi bileceksiniz. Biz devletimizle devletin kurumlarıyla rekabet değil millete hizmet için seçim çalışması yapıyoruz. Hukuka aykırı davranan kim varsa 7 Haziran'da hesap sorulacağı açık ve nettir.

 Mitinge gelişimizi çıkışımızı engellemek, karmaşa oluşturmak adına bir komplo peşindeyseniz sizi uyarıyorum. Neyin açılışını yapacaksınız? Neyi açacaksınız? İzmir sizden ne gördü ki? İzmir 100 verdi siz 3 yatırım yaptınız. Kamu kurumları aracılığıyla velilere öğrencilere baskı yapılması kamu kurumlarını talimatla miting alanına çağırması, muhalefet lideri gibi milletin bir kısmını hedef alan bir miting yapması hukuka bağlı İzmirliler'i, AKP'ye oy verenleri de rencide edeceği açık ve nettir."

"SEN MHP'YE DÜŞMAN MISIN?"
MHP İzmir Milletvekili Oktay Vural, seçime cumhurbaşkanı ile değil AK Parti ile girildiğini dile getirerek, şöyle konuştu: “Atatürk Stadı'nda toplu açılış için aynı günün seçilmesinin amacı televizyonları işgal etmektir. Her gün televizyonlar, AKP'nin cumhurbaşkanı başkanlığında yaptığı korsan açılışları veriyor. Biz AKP ile seçime giriyoruz, cumhurbaşkanı ile seçime girmiyoruz. Meydan savaşlarında İzmir'e meydan okuyarak İzmir'in huzurunu bozmak, seçim güvenliliğini ortadan kaldırmak, haksız rekabet oluşturmak doğru değil. Sen MHP'ye düşman mısın?

Milletin bir kısmını karşına alarak nasıl miting düzenlersin. Milletimiz İzmir Marşı'yla neleri söyleyeceğini gayet iyi biliyor. İzmirli Gündoğdu'da haykıracak, cumhurbaşkanı da dinleyecek. Genel başkanımız 'Türk milleti', 'Türkiye Cumhuriyeti' diyecek, inancımızın istismar edilmesine, PKK ile müzakereye 'hayır' diyecek. İzmir haykıracak. Senin valin, Diyarbakır'ı Kürdistan'ın başkenti gösteren valine karşı, başkent Ankara'dır diyecek. Madem öyle işte böyle."

"OTUR OTURDUĞUN YERDE"
Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun kimsenin ciddiye almadığın öne süren Oktay Vural, “Davutoğlu'nu kimse ciddiye almıyor. Kendi seçmeni bile. Saray vesayetini kırıp vatandaşla buluşmayı bile beceremiyor. İzin vermiyor. Sarayın izni olmadan cümle kuramıyor. Kendi partilerinin genel başkanlarını bile sıfırlayan bu zihniyete karşı İzmirliler'i, 'Otur oturduğun yerde, cumhurbaşkanı olacaksan ol' demeye davet ediyoruz. Ortada bir hükümet ve başbakan olmadığı açık ve net. Cumhurbaşkanı bir başkası için oy isteyecek noktaya geldiyse Davutoğlu taşeron bir başbakanlık yapıyor demektir" dedi. (Kaynak:Hürriyet)

Cumhurbaşkanı Erdoğan: Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ATO Congresium'da düzenlenen TİKA toplu açılış törenine katıldı. Erdoğan konuşmasında Rumelihisarı'nda inşa edilen mescitle ilgili ''Bir ödül töreninde sanatçı olduğu iddia edilen birileri "Biz buraya mescit yaptırmayız" diyor. Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz. Orası zaten ibadet mekanı'' dedi. Erdoğan'ın tepki gösterdiği isimse Defne Halman... Halman, Sadri Alışık Ödül Töreni'nde "Rumelihisarı sahnesine mescit yapmak isteyenlere izin vermeyelim. Hep beraber sesimiz çok yüksek çıkıyor. Beraber direnelim" demişti.

İşte Erdoğan burada yaptığı konuşmadan satır başları:

Bugün TİKA’nın amblemi beş kıtada insanların umudu olmuş durumda. 3 kıta yedi iklimi kapsayan bir anlayışla mücadele ediyoruz. Bizde kuru slogan, istismar olmadı. Türk milliyetçiliği adına Orta Asya’yı ağızlarından düşürmeyenler acaba bizim bugün yol açılışını yaptığımız Bilge Tonyukuk anıtına gitmişler midir.

BİZİM TÖREMİZDE VAR MI?
Bugüne kadar Suriye’den gelen misafirlerimiz için harcadığımız meblağ 5, 6 milyar doları buldu. Şimdi buna bile göz dikenler bizim suçlamak için seçim malzemesi haline dönüştürenler var. Allah aşkına bizim töremizde misafire kapı kapatmak var mıdır. Bizim töremizde eldeki imkanı mağdurdan esirgemek var mıdır.

Dünyada bu değerleri yaşamayanlar bu yola tevessül edebilir. Ancak biz bunu yaşatmak durumundayız. Atalarımız 500 yıl önce İspanya’dan kaçan Yahudilere kapılarını açmıştır. Bugün de aynısını yapıyoruz yarın da yapacağız.

MİLLETİMİZ İZİN VERMEZ
Bu insanlar vatandaşlarımızın özbe öz akrabalarıdır. Bugün Suriye ve Irak’tan gelen misafirleri geri göndermek isteyenler Milli Şeflerinin izinden gitmek istiyor olabilirler ama bizim necip milletimiz buna asla izin vermez.

Batı ne yaparsa yapsın biz ne yaptığımızdan sorumluyuz. Maalesef ülkemizde hala ecdadından hala utanan onların mirasını ihya edenlere karşı çıkan bir anlayış var. Bazı köşe yazarları var ecdad eserlerine sahip çıkanları eleştiriyor. Onlar köksüz çünkü onların cibilliyeti bozuk.

Ecdadımız yaptırdığı her güzel eserde olduğu gibi Rumelihisarı’ndan da bir mescit inşa etmiş. Ben belediye başkanlığı dönemimde bunu yapmak istedim. Yargıyla boğuşarak bunu inşa edemedim. Fatih tarafından yaptırılan bu boğazkesen mescidi depremler sonrasında yıkılıyor ancak minaresi kalıyor. İyi ki de kalıyor.

"KİMİN BAĞINDAN KİMİ KOVUYORSUNUZ"
Caminin yıkıntılarının bulunduğu yer daha sonra konser alanına dönüştürüyor. Sonunda bir STK desteğiyle İBB tarafından aslına uygun hale getirilmeye başlandı. Yapanlardan Allah razı olsun. Ama bakıyoruz bir ödül töreninde sanatçı olduğu iddia edilen birileri "Biz buraya mescit yaptırmayız" diyor. Siz kimin bağından kimi kovuyorsunuz. Orası zaten ibadet mekanı.

Geçmişine sahip çıkmayanın geleceği olmaz. Buna kimse engel olamayacak. Buna diyanete saldırırken Vatikan’ın ülkemiz aleyhine çalışmalarına ses çıkarmayanlar da engel olamayacak.

ERDOĞAN'IN TEPKİ GÖSTERDİĞİ O İSİM DEFNE HALMAN 



Sadri Alışık Ödül Töreni'nde 'yılın en iyi kadın sanatçısı' ödülünü vermek üzere sahneye davet edilen Defne Halman, Rumelihisarı'ndaki mescidin yapılmaması için sanatçıların harekete geçmesi çağrısında bulunmuştu. Defne Halman konuşmasında "Rumelihisarı sahnesine mescit yapmak isteyenlere izin vermeyelim. Hep beraber sesimiz çok yüksek çıkıyor. Beraber direnelim" demişti.

RUMELİHİSARI'NDAKİ MESCİDİ İNŞA ETMEK TARİHE SAHİP ÇIKMAKTIR
Kudüs’teki Kubbetüs Sahranın hilalini beşinci kez Türkiye olarak biz yeniledik. Habeş Kralı Necani’ni mezarıyla oradaki sahabelerinin türbelerine biz sahip çıktık.
Gazi Mustafa Kemal’in babasının doğup yaşadığı evi yeniden inşa ettik. Gazi Mustafa Kemal’in okuduğu Askeri İdadi’nin restorasyonunu yaptık.
Rumelihisarı'na Boğazkesen mescidini inşa etmek tarihe sahip çıkmaktır. Ona karşı çıkmak ise bizim parçalanmamız yutulmamızdır.

İSRAİL'DE BÜYÜKELÇİMİZ YOK DOĞRU
Ana muhalefet partisinin lideri bazı ülkelerde büyükelçimiz yok diyor. İsrail’de büyükelçimiz yok doğru. Hani şu Filistin’e saldıran İsrail. Yani buraya bir tavır koymayacak mıyız.
Diğeri Suriye. 350 bine yakın insanı katleden bir zalimin ülkesi.
Bir diğeri Mısır. Seçimle iş başına gelmiş hükümeti darbeyle indiren bir ülke.
Bu kadar ciddiyetsiz, kendi tarihine kendi coğrafyasına yabancı bir bakış açısı olabilir mi.
Filistin’in değil, İsrail’in, Suriye halkının değil zalimin yanında durmayı dış politika sanıyor.
Libya’da olup bitenden hiç haberi olmadığı o kadar belli ki.

''KABE ARAP'IN OLSUN TAKSİM BİZE YETER'' DİYORLAR
8 yıllık eğitim faciasını diriltme sözü vereceğine bu milletin tarihi için ne yapacaksın onu söyle. Ana muhalefetle bölücü örgütün güdümündeki parti el ele vermiş inanç hassasiyetlerini tahrik ederek seçimde sonuç almanın gayretindeler.
Bakın ne diyor; Taksim bizim Kabemiz… Kabe Arap’ın olsun Taksim bize yeter diyorlar.
Benim dindar Kürt kardeşlerim inanıyorum ki bu yaklaşıma gereken dersi verecektir. Bizim kutsallarımıza saldıranları ayakta tutmayacaklardır.
Bakın İtalya koalisyonu yasaklayan yasa çıkardı. Bunların vaadi ise koalisyon.


DEFNE HALMAN KİMDİR?
ABD'nin New York şehrinde doğdu. Birleşmiş Milletler Uluslararası Okulu'nda, Juilliard Bale Okulu'nda ve pek çok ünlü Amerikalı oyuncuyu yetiştirmiş olan Professional Children's School'da eğitim gördü. Daha sonra Türkiye'ye yerleşti ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı'nın tiyatro bölümüne yazıldı.

Mezun olduktan sonra pek çok tiyatro oyunu ve sinema filminde rol aldı, çeşitli televizyon programlarında ve İstanbul Film Festivali'nin ödül törenlerinde sunuculuk yaptı. Aç Sınıfının Laneti oyunundaki rolüyle Avni Dilligil Tiyatro Ödülü'nü ve Kültür Bakanlığı Özel Ödülü'nü kazandı. 1990'ların başında New York'a dönen Halman, Broadway dışı tiyatrolarda oyunculuk kariyerine devam etmekte ve babası Talat Halman ile beraber çeşitli kültürel programlara katılmaktadır. Bir kız çocuğu annesidir.

FİLMOGRAFİ
Hayatboyu : Aslı Özge - 2012
New York'da Beş Minare : Mahsun Kırmızıgül - 2010
Merhaba New York : İsmail Güneş - 2002
İkinci Bahar : Türkan Derya - 1999
Asiye Nasıl Kurtulur? : Atıf Yılmaz - 1986
Kırlangıç Fırtınası : Attila Candemir - 1985
Kuyucaklı Yusuf : Feyzi Tuna - 1985
Fidan : Erdoğan Tokatlı - 1984

(kaybak:hürriyet.com.tr)

6 Mayıs 2015 Çarşamba

Kedi öldüren üniversiteliye 3 yıl hapis

Eskişehir’de sahiplendiği kediyi evinde bıçakladıktan sonra kafasını dolu su damacanasıyla ezerek öldürdüğü ileri sürülen ve görüntüleri sosyal paylaşım sitesinde yayınlanan üniversite öğrencisi 21 yaşındaki Mustafa Can Aksoy, 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Vicdanına dayanarak cezayı verdiğini belirten mahkeme hakimi Orhan Küçükfidancı, cezada indim yapmadı ve ertelemedi.

Eskişehir Osmangazi Üniversitesi (ESOGÜ) Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü hazırlık sınıfı öğrencisi Mustafa Can Aksoy, Eskişehir’deki ’Cafe De Kedi’ adlı işyerinden aldığı ’İletki’ adlı kediyi geçici olarak sahiplendi. Kediyi, geçen yıl Şubat ayında kaldığı öğrenci evinde işkence yaparak öldürdüğü öne sürülen Mustafa Can Aksoy hakkında, Eskişehir 4’üncü Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.

Kendisine ait olmayan hayvanı öldürdüğü gerekçesiyle ’Mala zarar verme’ suçundan 4 aydan 3 yıla kadar hapsi istenen Mustafa Can Aksoy’ın yargılanmasına devam edildi. Bugünkü duruşmaya tutuksuz sanık Mustafa Can Aksoy ile sanıktan şikayetçi olan Cafe De Kedi işletmecileri Didem Erşan Üstündağ ve Duygu Kurt katıldı.



’SÜREKLİ HAYVAN ÖLDÜREN BİR İNSAN DEĞİLİM’

Sanık Mustafa Can Aksoy duruşmada eski beyanlarını tekrar ettiğini belirterek, "Suçumu kabul ettim. Olaydan dolayı pişmanım. Sürekli hayvan öldüren bir insan değilim. Evimde halen kedi ve köpek besliyorum. Böyle bir insan olsaydım bunlara bakmazdım. Benim psikolojik rahatsızlığım yoktur. Cezamın ertelenmesini talep ediyorum" dedi.

HAKİM VİCDANINA DAYANARAK KARAR VERDİ

Mahkeme sanık Mustafa Can Aksoy’u ’Haklı bir neden olmaksızın sahipli hayvanı öldürme’ suçundan 3 yıl hapis cezasına çarptırdı. Mahkeme hakimi Orhan Küçükfidancı, vicdanına dayanarak kararı verdiğini belirtti. Küçükfidancı, sanığın pişmanlığını samimi bulmayarak cezada indirime gitmedi ve cezayı ertelemedi.

Kararın açıklamasının ardından duruşmaya katılan hayvanseverler ve avukatları duygulu anlar yaşadı. Duruşma sonrasında birbirlerine sarılarak gözyaşı döken hayvanseverler verilen 3 yıl hapis kararı ile hayvanların artık bundan sonra ’Mal’ olarak görülmeyeceğini söyledi.


’VİCDANLARDA ASLA AFFEDİLMEYECEK’

Adliye önünde basın açıklaması yapan öldürülen kedinin sahiplerinin avukatı ve aynı zamanda Eskişehir Barosu Hayvan Hakları Komisyon Başkanı olan Buket Ünlü Hatip, sanığın aldığı cezanın mevcut yasalar dahilinde yetersiz ve caydırıcılıktan uzak olduğunu savundu. Avukat Hatip, "Ancak unutulmamalıdır ki, masum bir kediyi öldüren Can Aksoy vicdan ve merhamet sahibi bireylerin gözünde ve yüreğinde asla affedilmeyecektir" dedi.

KARAR, HAYVANSEVERLERİ MUTLU ETTİ

Hayvanlara Adalet Platformu Sözcüsü Avukat Mustafa Çakı da davanın asla basit bir mala zarar verme davası olmadığını belirterek şöyle konuştu:

"Burada mahkemenin cezayı tayin ederken göstereceği hassasiyet, tüm hayvanların sadece ekonomik bir değer olması sebebiyle değil, salt olarak canlı olmaları nedeniyle hukuk düzenince koruma altına alındığını göstereceği için anlamlı ve önemliydi. Bu kararla kanun koyucunun yargıya verdiği takdir yetkisinin, bu defa fail lehine işletilmediğini görmenin mutluluğunu yaşıyoruz."

Kedinin sahiplerinden ve aynı zamanda Eskişehir Hayvanları Koruma Derneği Başkanı olan Duygu Kurt da mahkemeden böyle bir karar beklemediklerini belirterek, bundan sonra hayvanların birer mal olarak görülmemesi açısından kararın emsal teşkil edeceğini söyledi.

ARKA KAPIDAN ÇIKARILDI

Sanık Mustafa Can Aksoy duruşma sonrasında yakınlarıyla birlikte polislerin aldığı güvenlik önlemleri altında adliyenin arka kapısından dışarı çıkartıldı. Aksoy’un yakınları kararı temyize göndereceklerini belirtti.

Kemal ATLAN/ESKİŞEHİR, (DHA)

Deniz Gezmiş ve arkadaşları idam edildikleri saatte anıldı

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idamlarının 43’üncü yıldönümünde Bursa’daki isimlerinin verildiği Üç Fidan Parkı’nda idam edildikleri saatte anıldı.


Hürriyet'in haberine göre; 68 kuşağının gençlik liderlerinden olan ve yargılandıkları sıkıyönetim mahkemesince çarptırıldıkları idam cezası 6 Mayıs 1972 tarihinde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde infaz edilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan için anma töreni düzenlendi.

Nilüfer Belediyesi, Nilüfer Kent Konseyi ve 68’liler Birliği Vakfı üyeleri, Gezmiş, İnan ve Aslan’ın idam saati olan 05.30’da, 3 dakikalık saygı duruşunda bulundu. 68’liler Birliği Vakfı Bursa Temsilcisi Betül Kuyucu, anma töreninde Adnan Yücel’in ’Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek’ şiirini okudu. Ardından anmaya katılanlar ellerindeki karanfilleri Üç Fidan Anıtı’na bıraktı.  

Burada konuşan Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, "Mücadelelerinden dolayı kimseye zarar vermemiş Deniz, Yusuf ve Hüseyin’i anıyoruz. Onlar Türkiye’nin tam bağımsızlığı için mücadele eden üç fidandı. Bu gençler bağımsızlığın ve barışın sembolüdür, kimseye ateş açmadılar, kimseyi öldürmediler onlar sadece beyinlerinde Türkiye’nin tam bağımsızlık mücadelesini nasıl yürütürüz diye düşünüyorlardı" dedi.

Kılıçdaroğlu : Yiğit devrimcileri saygıyla anıyorum 
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ı idamının 43'üncü yılı dolayısıyla bir mesaj yayımladı.

Kılıçdaroğlu mesajında, "Tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye özlemcisi, ilkeli, kararlı, yiğit devrimcileri selamlıyor, Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i sevgiyle, saygıyla anıyorum" ifadelerine yer verdi.

Bahçeli ilk mitingini Çankırı'da yaptı "Saraydaki titresin"

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partisinin Çankırı mitinginde konuştu. Bahçeli Çankırı’da 2015 genel seçimleri için ilk mitingini yapmış oldu.

İşte Bahçeli’nin konuşmasından satır başları:

Yalan söylediler utanmadılar. Sarayda altın varaklı bardaklardan kana kana içtiler. Pahalı tabaklarda tıka basa yediler. Misafirliğin dibini boyladılar. Çankırı’nın servetini hortumladılar. Bir yanda hazineyi boşalttılar, diğer yanda bana mısın demediler. 17-25 Aralık’ta suçüstü yakalandılar ama darbe dediler. Görevini yapan hakim savcı ve polislere saldırdılar, görevden aldılar, sürgüne ve cezaevine yolladılar. İşler sarpa sarınca, maske düşünce kirli çamaşırlar birer birer dökülünce 12 yıl bir ve beraber olduklarını paralel ilan ettiler. Eğer paralel örgüt varsa bunun sorumlusu AKP’dir. Rüşvet ve yolsuzluk furyası çıkmasaydı paraleli hatırlayan olmayacaktı. Havuzcular deşifre edilmeseydi paralel diye kimse fişlenmeyecekti.

Erdoğan ve doğuştan talihli evladının telefonda haram serveti eritme diyalogları duyulmasaydı paralel imal edilmeyecekti. Montaj derken yüzleri hiç kızarmadı. AKP tarihin en büyük yolsuzluk suçunu işlemiştir. Çalınan sizlerin emeğidir. Çalınan soyulan milli servet Çankırılıların rızkıdır. Soruyorum sizlere, saraydaki tir tir titresin. Serok Ahmet kaçacak delik arasın.

400 milletvekili isteyip, 4 yüzsüz, 4 vicdansız, 4 rüşvetçi eski bakanı görmezden mi gelelim? AKP’ye destek veren kardeşim gel bu harama ortak olma. CHP’ye ve diğer partilere oy vermiş kardeşim gel bu kez Türkiye’nin yanında dur. Hırsıza karşı bizimle yürü Çankırı.

17-25 Erdoğan’a icazetli başbakanlık yapan Davutoğlu’na karşı bizimle yürü. Toplumsal onarım için bizimle yürü Çankırı. Vatan ve millet ağır ve ağrılı operasyon geçirmektedir. Geleceğimiz kundaklanmaktadır. Kardeşliğimiz kurcalanmaktadır. Milletimiz kutuplaştırılmaktadır. Kimliğimiz kırpılmaktadır. Umutlarımız karartılmaktadır ve önümüz kapatılmaktadır. Sorumlu ve suçlu AKP’dir. Çıbanın başı, kaçak ve karanlık saraydadır. Erdoğan başkanlık sistemini kabullendirmek için var gücüyle uğraşmaktadır. Erdoğan alenen Türkiye’nin karşısına geçmiştir. Anayasal düzeni yıkmaya azmetmiştir.

Erdoğan, ben milletin tarafındayım, ama gönlümde de bir parti var sözleriyle tükenmişliğini ört bas etmenin çabasındadır. Bu sözüyle bile AKP'ye işaret etmektedir.

Davutoğlu, bana oy vermeyin başkanlığa oy verin mi diyecektir? Hangi ülkede bir başbakan çıkıp da farklı bir sistem için oy istemiştir? (hürriyet.com.tr)

Şok iddia: Fazla sakız çiğnediği için öldü

Galler’in Llanelli kentinde 2011 yılında uzun süre baş ağrısından şikayet ettikten sonra kriz geçirerek hayatını kaybeden 19 yaşındaki Samantha Lewis’in sürekli sakız çiğneme alışkanlığının kurbanı olduğu iddia edildi.

Genç kızın “doğal nedenlerle” öldüğü yolundaki uzman kararını kabul etmeyen ailesinin talebiyle Swansea Kraliyet Mahkemesi’nde başlatılan soruşturmada, genç kızın cesedine yapılan otopsi sonucunda midesinde sakızdan oluşan büyük kitleler bulunduğu ve bu kitlelerin “Vücudunun önemli mineral ve vitaminleri emmesini engelleyerek ölümüne neden olmuş olabileceği” açıklandı.

Lewis’in 45 yaşındaki annesi Maria Morgan mahkemede verdiği ifadede kızının günde en az 14 Trident marka naneli sakız çiğneyip yuttuğunu  ve bu şekersiz sakızda bulunan aspartam ve sorbitol gibi maddeleri aşırı derecede tükettiği için zehirlenmiş olabileceğini düşündüğünü söyledi. Morgan “Ölümünden sonra kızımın eşyalarını inceledim ve her yerde sakız paketleri ve sakız aldığını gösteren fişler buldum” dedi.

Soruşturmada ifade veren patolog Dr. Paul Griffiths, genç kızın tuz, magnezyum ve kalsiyum eksikliği nedeniyle beyninde oluşan şişme sonucu öldüğünü tespit ettiklerini söyledi ve “Lewis’in sakız tüketiminin bu durumda rol oynamış olmasının mümkün olduğunu” belirtti.

Griffiths, genç kızın midesinde bulunan sakızların, önemli minerallerin vücudu tarafından emilmesine katkıda bulunmuş olabileceğini ancak ölümün sadece sakız tüketimi yüzünden gerçekleştiğini iddia etmenin mümkün olmadığını söyledi.

"ÇOK AZ KANIT VAR"
Uzman “Elimizde çok az kanıt var ve şimdiye dek hiç kimse sakız çiğnediği için ölmedi. Bu denli çok sakız tüketiminin bu probleme neden olması ihtimaller dahilinde ancak bunun kanıtlanmış bir gerçek olduğunu söyleme imkanımız yok” dedi.

Soruşturma sonucunda verilen kararda genç kızın mineral eksikliğinden ölmüş olduğu ve “Aşırı derecede sakız çiğnemesinin bu durumda rol oynamış olabileceği” belirtildi.

(hürriyet.com.tr)

Ekmeleddin İhsanoğlu: Çok üstüme geldiler

MHP İstanbul 2. Bölge 1. sıradan milletvekili adayı olan Ekmeleddin İhsanoğlu, Habertürk'ten Kübra Par’a konuştu.. İşte Kübra Par ve Ekmeleddin İhsanoğlu'nun keyifli sohbeti..


NEDEN KONUŞTUK?

Ekmeleddin İhsanoğlu ile geçen yaz Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir röportaj yapmıştık. Ekmel Bey o günlerde çok enerjikti. Uzlaşmacı bir dil kullanıyor, iktidarı ve Tayyip Erdoğan’ı hedef alan sözler sarf etmemeye dikkat ediyordu.

10 Ağustos seçimlerinden sonra kabuğuna çekildi, bugüne kadar hiç konuşmadı. Şimdi MHP’den milletvekili adayı olarak tekrar karşımızda. Adaylık sürecini konuşmak için İstinye’deki yeni konutuna ziyarete gittiğimde bu sefer daha farklı bir İhsanoğlu buldum. Açıkça dillendirmese de seçim yenilgisi onu biraz yormuş gibi geldi bana. Politik söylemi de değişmiş. Muhalefet dilini hızlı benimsemiş, iktidarı eleştirmekten geri durmadı.

Aklıma en çok takılan soru MHP’yi ne kadar içselleştirdiğiydi. Niye MHP’yi seçmişti? Çatı adayı olduğu için pişman mıydı? Geçen hafta bozkurt işaretini yapamaması espri konusu olmuştu. Bizi kırmayıp bir kez daha denedi!

-Neden MHP’den aday oldunuz?

Ben kültür ve sosyal anlayış bakımından muhafazakâr bir insanım. Türkiye’de muhafazakârlık adına ortada olan 2 parti var, AK Parti ve MHP. AK Parti’nin ilk ortaya çıktığı gündeki haliyle bugünkü hali arasında çok büyük bir fark var. Muhafazakârlık onlar için boş bir slogandan ibaret hale geldi. Milliyetçiliği ayaklar altına alıyorlardı, şimdi tekrar siyasi bir koz olarak kullanmaya başladılar. Oysa MHP kurulduğu günden itibaren, temsil ettiği fikir açısından hep bir tutarlılık gösterdi. Bu tutarlılığın içinde bulunmam çok mantıklıydı.

-MHP sizin ideolojik olarak duruşunuzla örtüşen bir parti mi? Dışarıdan bakınca sanki AK Parti’ye daha yakın bir siyasi çizginiz var...

AK Parti bugünkü durumuyla beni temsil etmiyor. Muhafazakârlık boş slogandan, dindarlık şekilci bir ritüelden ibaret kaldı. AK Parti’de artık nepotizm yani akraba ve yakın çevredeki insanları zengin etme anlayışı hâkim. Bunlar Kuran’ı Kerim’in ve Peygamber Efendimiz’in bize ‘haram’ dediği halde yapılan şeyler. Ziya Paşa’nın, “Bir kuruş çalan küreğe mahkûm olurken, milyon çalan en yüksek mevkilere çıkıyor” diye meşhur bir beyti vardır. Maalesef ülkemizin hali de bunu hatırlatıyor. Bu seçimlerde AK Parti’nin 12 senelik iktidar tekelinin sonu görülecektir. Millet artık AK Parti’ye verdiği krediyi geri çekiyor, MHP’ye veriyor.

-MHP’nin kimi konularda sağın sağında duran bir pozisyonu var. Siz kendinizi milliyetçi olarak tanımlıyor musunuz?

Fiiliyatta parti radikal tüm hareketlere karşı olduğunu söylüyor. Çok aktif ve dinamik bir gençliğe sahip olmasına rağmen o gençliği şiddete bulaştırmadan demokratik mücadeleye yönlendiriyor. MHP tüzüğüne dikkatle baktığınız zaman, başta meşruiyet kavramı gelir. Milliyetçilik kavramının kapsayıcı olduğunu, ırkçı ya da dışlayıcı olmadığını, Türkiye’nin milli birlik ve bütünlüğünün altını çizdiğini görürsünüz. Bunları yakından bildiğim için MHP ile birlikte olmayı kabul ediyorum.

-Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aktif politikaya girmeyi düşünmediğinizi söylüyordunuz. Teklif nasıl geldi? Nasıl ikna oldunuz?

10 Ağustos’ta hanımla yurtdışına tatile gittik. Sokakta yürürken, konser salonlarında ya da bir müzeye giderken, oradaki Türkler gelip “Size oy verdik. Türk siyasi hayatına yeni bir nefes, yeni bir seviye getirdiniz. Bunu kaybetmemeliyiz, sizin siyasete devam etmenizi istiyoruz” diyorlardı. Bu tepkiyi tatilden sonra da Türkiye’nin her yerinde gördük. Bu son 2 ay içerisinde de hem tanıyanlar hem tanımayanlar tarafından bayağı bir baskı oldu. Eğer aday olmazsam vazifeden kaçmışım gibi olacaktı. Bir sorumluluk hissettim ve MHP’den gelen nazik teklifi kabul ettim. MHP saflarında bu seviyede politika yapmaktan, memleketime hizmet edecek olmaktan dolayı şeref duyuyorum.

-Cumhurbaşkanlığı adaylığından sonra siyasete girme fikri tatlı mı geldi yoksa?

Hayır, şahsen siyasetin tatlı bir tarafını görmedim! (Gülüyor)

‘O SLOGANI HÂLÂ BEĞENİYORUM’

-“Ekmek için Ekmeleddin” sloganı çok konuşuldu. Komik bulanlar da oldu. Geri dönüp baktığınızda o sloganı beğeniyor musunuz?

Beğeniyorum. Halkla özdeşleşti. Seçim günü Anadolu’nun bir kasabasında 90 yaşındaki bir kadın oy kullanmaya gidiyor. Okuma yazması yok. “Ben Ekmekçi’ye oy vermek istiyorum” diyor. Yardım için kabine giren görevli mührü başka bir kişinin resmine basıyor. Bunun farkına varan yaşlı hanım kabinden çıkınca zarfı elinden alıp yırtıyor. “Ben sana Ekmekçi’ye bas demedim mi diye” haykırıyor. Bu örnek sloganın tuttuğunu ve bazı görevlilerin tarafsız davranmadığını ortaya koyuyor.

Ekmeleddin İhsanoğlu üstünde Avrupa Birliği (EU) baş harflerinin yazılı olduğu bir kravat ile poz verdi. “Benim aklımın ve gönlümün nerede olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin muhakkak gitmesi gereken istikamet burasıdır” dedi.

‘10 AĞUSTOS GECESİ ÇOK RAHAT UYUDUM’

-Seçim gecesi yastığa başınızı koyduğunuzda ne hissettiniz?

Çok rahat uyudum. Sorumluluğunun idraki içerisinde görevini yapmış bir insan olarak, gönül rahatlığı içinde uyudum.

-AK Parti’den bazı isimlerin size Cumhurbaşkanı adayı olmanız için desteklediğini söylemiştiniz. Kimdi onlar?

Evet, doğru ama kendileri söylemedikçe benim isim vermem çok ayıp olur. Ama şu kadarını söyleyeyim, onlar AK Parti’nin kurucuları arasında yer almış ve önemli görevlerde bulunmuş ama AK Parti’nin gidişatından memnun olmayan insanlardı. Gücün tekelleşmesinden, kuvvetler ayrılığının yerle bir edilmesinden ve partinin kuruluş değerlerine ters düşmesinden çok rahatsızlardı.

-Abdullah Gül ile dostluğunuz devam ediyor mu?

Gayet tabii. Cumhurbaşkanı adayı olduktan sonra ben ziyaretine gitmiştim, o da iyi temennilerini ifade etmişti.

-Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aslında MHP’nin adayı olduğunuz ama CHP seçmenini ürkütmemek için tersi gibi gösterildiği doğru mu?

Bu artık tarihtir. Bunu tarihçilere bırakalım.

‘ÜLKÜCÜ CAMİANIN YABANCISI DEĞİLİM’

-MHP dışındaki herhangi bir partiden teklif aldınız mı?

Artık bu saatten sonra bu tür detaylara girmek doğru olmaz.

-MHP adına teklifi Devlet Bahçeli mi yaptı?

Evet, kendisinden geldi. MHP bu seçimde sırf beni değil, Durmuş Yılmaz, Prof. Ümit Özdağ gibi çok kıymetli devlet adamlarını, bürokratları ve şahsiyetleri aday gösterdi. MHP kadrosu fevkalade bir kadro.

-Bahçeli milletvekilliği adaylığı teklif ettiğinde tereddüt ettiniz mi?

Hayır, memnuniyetle kabul ettim.

-Devlet Bey ile aranız nasıldır?

Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra lütfedip ziyaretime geldiler. Dostluğumuz hiçbir zaman kesilmedi, yakın münasebetimiz devam etti.

-MHP’den aday olmanız aile içinde nasıl karşılandı?

Uzun yıllardan beri ailece MHP’ye yakınız. Rahmetli kayınpederim Prof. Emin Bilgiç rahmetli Alparslan Türkeş Bey ile yakın dosttu. Kayınpederim bir süre Türk Ocağı Başkanlığı ve Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dekanlığı yapmış, Türkiye’nin yetiştirdiği büyük ilim adamlarından birisiydi. Ayrıca rahmetli Türkeş Başbakan Yardımcısı iken Libya seyahatinde ona danışman olarak eşlik ettim ve o seyahatte yakından ilişki kurduk. Ben hayatım boyunca hiçbir partiye girmedim ama MHP içerisinde çok yakın arkadaşlarım vardır. Tuğrul Bey o isimlerden birisidir. Yani ülkücü camianın yabancısı değilim.

-Çocuklarınız “Yoruldun, artık yeni bir maceraya girme” dediler mi?

E biraz öyle oldu! (Gülüyor)

-“Enerjim tam, üstesinden gelirim” mi dediniz?

Evet! (Gülüyor)

"O GÜN ANTREMANSIZDIM"

-MHP’den aday olduktan sonra bozkurt işaretini yapamamanız espri konusu oldu!

O gün antrenmansızdım. Canım biraz da Twitter’dakilere malzeme vermiş olalım! (Kahkahalar)

‘OYLAR AK PARTİ’DEN MHP’YE KAYACAK’

-MHP iktidar umudu vermezken vatandaş neden size oy versin?

Ben bu kanaatte değilim. Muhafazakâr milliyetçi kitle şimdiye kadar MHP ve AK Parti arasında gidip geliyordu. Bu seçimlerde oyların AK Parti’den MHP’ye kaydığını görüyoruz. Çünkü AK Parti 12 senedir çizdiği zikzakları artık örtemez oldu. Vatandaş çözüm süreci meselesindeki samimiyetsizliği görüyor. Ekonomik vaziyet parlak değil. Komşularımızla ticarette sıkıntılar var. Asgari ücretin alım gücü azalıyor. İktidar yorgunluğu ve parti içi kadrolar arasında akortsuzluk var. Bütün bunlar Türkiye’nin bir değişikliğe ihtiyacı olduğunu gösteriyor. Bu seçimde MHP iktidara talip. Öyle görülüyor ki 4 partili bir Meclis’te Türkiye tek parti tahakkümünden kurtulacaktır.

-Dört partili Meclis derken HDP’nin barajı aşmasına mı işaret ediyorsunuz? Çözüm süreci konusundaki şahsi fikriniz nedir?

Ben MHP’nin milletvekili adayıyım. Bu konuda partimizin politikaları ve genel başkanımızın beyanatı esastır. Ancak değişik başlıklar altında iktidarın başlatmış olduğu süreç hep kapalı kapılar ardında, TBMM’nin bilgisi dışında sürdürüldü. Halkın büyük bir kesiminin kendilerinin tavrını benimsemediğini gören iktidar, pozisyon değiştirerek ak dediklerine kara demeye başladı.

2. Mahmud döneminde Topkapı Sarayı’ndaki Mukaddes Emanetler Dairesi’ne getirilen ve asırlardır korunan Hz. Osman’a ait Mushaf’ın nadir sayıdaki tıpkı basımından biri Ekmeleddin Bey’in evinde bulunuyor.

‘PİŞMAN DEĞİLİM’

-Cumhurbaşkanı adayı olduğunuz için pişman mısınız?

Hayır, katiyen pişman değilim. Anayasal bir görev yaptım. Cesur bir karar aldığıma inanıyorum. Çektiğim bütün zahmet ve sıkıntılara rağmen, bir daha böyle bir şey olsa yine yaparım çünkü korku rejimine meydan okuyacak birilerinin olması lazım.

-Kazanamayınca ne hissettiniz?

Hakkımda bir tenkit furyası başlattılar. Beni Venüs’teki yaratıklar aday göstermedi, TBMM’deki iki anamuhalefet partisi gösterdi. Bunun kadar meşru bir şey olabilir mi? Oysa bunu bir hak gaspı gibi göstermeye çalıştılar. “Seni kimse tanımıyor. Kim oluyorsun da aday oluyorsun?” diye üstüme geldiler. “CHP ve MHP neden kendi adaylarını göstermedi?” diyorlar. Kendi adaylarını gösterselerdi kendi oy oranlarını alacaklardı. 77 milyona hitap edecek bir aday gösterdiler. Bu sanki bir kabahatmiş gibi gösterildi. Seçimin sonuçlandığı gün “Aldığım yüzde 40’a yakın oyu ‘İhsanoğlu tanınmıyor’ diyenlere ithaf ediyorum” diye bir açıklama yapmıştım. Hâlâ aynı fikirdeyim.

-Çatı aday yanlıştı eleştirilerine itiraz ediyorsunuz yani...

Çatı aday kelimesi biraz yanlış kullanılıyor. Söz konusu olan bir uzlaşı adayıydı aslında. Sağdan sola 12 partinin gösterdiği aday oldum. Yüzde 38.5 önemli bir oy oranı. 15 buçuk milyon oy demek...

-Peki, sizce neden iki partinin oy oranının toplamından daha az oy aldınız?

Sandıklarla ilgili birtakım şaibeli olayların olduğunu biliyoruz. Ayrıca kamuoyunu yanıltmak için yasak olduğu halde televizyondan yanlış anket sonuçları yayınladılar. “Ona oy verirseniz boşa gider, biz zaten yüzde 60’la geliyoruz” gibi aldatıcı sözlerle tatilde olan halkı sandığa gitmekten caydırdılar. Zaten seçimi ağustos ayında yapmak başlı başına planlanmış bir şeydi. Onların tabiriyle bu bir projeydi.

Sahte doktor adayları yakayı ele verdi

Yurt dışındaki özel üniversitelere kayıt yaptıran üç öğrenci, sahte belgelerle Türkiye'deki seçkin üniversitelere yatay geçiş yaptı. Öğrenciler hakkında 12 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.

Sabah Gazetesi'nden Dilek Yaman'ın haberine göre, Türkiye'de tıp fakültesi kazanamayınca yurtdışındaki özel üniversitelere kayıt yaptıran 3 öğrencinin sahte belgelerle Türkiye'de bulunan seçkin üniversitelere haksız şekilde yatay geçiş yaptıkları belirlendi.

Olay ile ilgili hazırlanan iddianameye göre skandal şöyle gelişti. Fatma Betül D., Ercan T. ve Nur Peri A., internet üzerinden eğitim danışmanlığı yapan Sedat C. İle tanıştı. Sedat C. yurtdışında bulunan tıp fakültelerinden ayarladığı sahte belgelerle Türkiye'deki tıp fakültelerine yatay geçiş yapabileceklerini söyledi. 3 öğrenciden belirli bir ücret alan Sedat Ç., Bulgaristan'da bulunan Sofya ve Filibe üniversitelerinin tıp fakültelerine kaydettirdi. Bir yıl sonra yatay geçiş için gerekli belgeleri fakülteden temin edip öğrencilere verdi. Bulgaristan'da öğrenim gördüklerini iddia eden üç öğrenci, düzenlenen sahte transkriptlerle Türkiye'nin çeşitli illerinde bulunan üniversitelere başvuru yaptı. Bu üniversitelere asil olarak yerleştirilen öğrenciler tıp fakültesinde öğrenim görmeye başladı. Olay emniyete yapılan ihbarla ortaya çıktı. Bulgaristan'da okuduğu öne sürülen öğrencilerin Türkiye'deki üniversitelere başvurduğu, ancak belgelerinin sahte olduğu ihbarı üzerine savcılık söz konusu üniversitelerden yatay geçiş başvurusu yapan 3 öğrenciyi tespit etti. YÖK Denetleme Kurulu, Bulgaristan'daki öğretim kurumlarından alındığı iddia edilen belgelerin tümünün sahte olduğunu saptadı. Nurperi A., Betül D. Ve Ercan T. hakkında "resmi belgede sahtecilik" ve " dolandırıcılık" iddialarıyla dava açıldı. 3 öğrenciye 12'şer yıla kadar hapis cezası istendi. Sedat C. hakkında da soruşturma başlatıldı.

'AİLEM TIP FAKÜLTESİNDE OKUMAMI İSTİYORDU'  

Nur Peri A. sorgusunda, ailesinin tıp fakültesi okumasını istediğini, Kadıköy'de yurtdışı eğitim danışmanlığı yapan bir firma ile görüştüğünü ve Sofya Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne kayıt için belgeleri Sedat C. aracığıyla alıp İstanbul'daki özel bir üniversiteye yatay geçiş başvurusu yaptığını ifade etti. Fatma Betül D. gerekli belgeleri Sedat C. ve İbrahim B.'den aldığını söyledi. Ercan T. ise Filibe Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne kayıt olduğunu, sahte belgelerin kendisine Sedat C. tarafından verildiğini ifade etti.